26 Nisan 2010 Pazartesi

BİLİM TARİHİNİN EN BÜYÜK SAHTEKARLIĞI : EVRİM TEORİSİ


Temmuz 2000
Bilim tarihi her zaman çesitli sahtekarlıklara sahne olmuştur. Bulduğu ilaçla kötürümleri yürüteceğini, saçsızlarda saç çıkaracağını iddia edenler, tüm hastalıkları iyi edeceğine halkı inandıran Mesmer ya da Rasputin gibi şarlatanlar Bu ünlü sahtekarların dışında zaman zaman gazetelere konu olan, başkasının tezini çalarak kariyer sahibi olmaya çalışmak gibi daha küçük çaplı sahtekarlıklar da vardır.
Ancak bilim tarihindeki sahtekarlıkların en büyükleri şüphesiz evrimcilere ait olanlardır. Evrimcilerin yaptıkları sahtekarlıkları diğerlerinden ayıran en önemli fark, evrimcilerin sahtekarlıklarının sistematik bir yapıya sahip olması ve kollektif hilelere, yanıltmalara, saptırmalara başvurmalarıdır. Bunlar, evrim teorisinin ortaya atılmasından bugüne kadar defalarca ve son derece profesyonelce düzenlenmiştir.
Bu yazıda evrimcilerin yapmış oldukları sahtekarlıklardan bazılarını inceleyeceğiz. Ama daha önce yanıtlanması gereken bir soru var: Neden Darwinizm'in tarihi böylesine sahtekarlıklarla doludur?
Çünkü evrim teorisini savunmanın başka herhangi bir yolu yoktur. Bilimsel bulgular evrimi çürüttüğüne göre geriye tek yol olarak sahtekarlıklara başvurmak kalır. Ya bulgular gizlenir veya imha edilir, ya da bunlar çarpıtılarak sanki evrim teorisini destekliyorlarmış gibi gösterilir. Halk bu konular hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmadığı için de, bu sahte delillere bakarak, evrimi ispatlanmış bir teori zanneder. İşte tamamen dayanaksız olan evrim teorisini ayakta tutabilmek için yapılabilecek yagane çaba ancak bunlar olacaktır...
Şimdi bilim tarihinin yüz karası olarak tarihe geçen bu evrim sahtekarlıklarını inceleyelim.
Evrimcilerin en Önemli Propaganda Yöntemi: Rekonstrüksiyonlar, Sahte ve Hayali Çizimler
Evrimciler, teorilerini destekleyecek bilimsel deliller bulma konusunda başarısız olsalar da, bir konuda oldukça başarılıdırlar: Propaganda. Bu propagandanın en önemli unsuru ise "rekonstrüksiyon" adı verilen sahte çizimlerdir.
Rekonstrüksiyon "yeniden inşa" demektir ve sadece bir kemik parçası bulunmuş olan canlının resminin ya da maketinin yapılmasıdır. Gazetelerde, dergilerde, filmlerde gördüğünüz "maymun adam"ların her biri birer rekonstrüksiyondur.
Ancak insanın kökeni ile ilgili fosil kayıtları çoğu zaman dağınık ve eksik oldukları için, bunlara dayanarak herhangi bir tahminde bulunmak, bütünüyle hayal gücüne dayalı bir iştir. Bu yüzden evrimciler tarafından fosil kalıntılarına dayanılarak yapılan rekonstrüksiyonlar, tamamen evrim ideolojisinin gereklerine uygun olarak tasarlanırlar. Harvard Üniversitesi antropologlarından David Pilbeam, "benim uğraştığım paleoantropoloji alanında daha önce edinilmiş izlenimlerden oluşmuş teori, daima gerçek verilere baskın çıkar" derken bu gerçeği vurgular. İnsanlar görsel yoldan daha kolay etkilendikleri için amaç onları, hayal gücüyle rekonstrüksiyonu yapılmış yaratıkların geçmişte gerçekten yaşadığına inandırabilmektir.
Burada bir noktaya dikkat etmek gerekir: Kemik kalıntılarına dayanılarak yapılan çalışmalarda sadece eldeki objenin çok genel özellikleri ortaya çıkarılabilir. Oysa asıl belirleyici ayrıntılar, zaman içinde kolayca yok olan yumuşak dokulardır. Evrime inanmış bir kimsenin bu yumuşak dokuları istediği gibi şekillendirip ortaya hayali bir yaratık çıkarması çok kolaydır. Harvard Üniversitesi'nden Earnst A. Hooten bu durumu şöyle açıklar:
Yumuşak kısımların tekrar inşası çok riskli bir girişimdir. Dudaklar, gözler, kulaklar ve burun gibi organların altlarındaki kemikle hiç bir bağlantıları yoktur. Örneğin bir Neandertal kafatasını aynı yorumla bir maymuna veya bir filozofa benzetebilirsiniz. Eski insanların kalıntılarına dayanarak yapılan canlandırmalar hemen hiç bir bilimsel değere sahip değillerdir ve toplumu yönlendirmek amacıyla kullanılır... Bu sebeple rekonstrüksiyonlara fazla güvenilmemelidir.
Evrimciler bu konuda o denli ileri gitmektedirler ki, aynı kafatasına birbirinden çok farklı yüzler yakıştırabilmektedirler. Australopithecus robustus (Zinjanthropus) adlı fosil için çizilen birbirinden tamamen farklı üç ayrı rekonstrüksiyon (altta), bunun ünlü bir örneğidir.
Fosillerin taraflı yorumlanması ya da hayali rekonstrüksiyonlar yapılması, evrimcilerin aldatmacaya ne denli yoğun biçimde başvurduklarını gösteren deliller arasında sayılabilirler. Ancak bunlar, evrim teorisinin tarihinde rastlanan bazı somut sahtekarlıklarla karşılaştırıldıklarında, yine de çok sıradan kalmaktadırlar.
Medyada ve akademik kaynaklarda sürekli olarak telkin edilen "maymun insan" imajını destekleyecek hiç bir somut fosil delili yoktur. Evrimciler, ellerine fırça alıp hayali yaratıklar çizerler, ama bu canlıların fosillerinin olmayışı, onlar için büyük bir sorundur. Bu sorunu "çözmek" için kullandıkları ilginç yöntemlerden biri ise, bulamadıkları fosilleri "üretmek" olmuştur. Bilim tarihinin en büyük skandalı olan Piltdown Adamı, işte bu yöntemin bir örneğidir.
Toplama Kemiklerle Oluşturulan "Sözde Ata": Piltdown Adamı
Ünlü bir doktor ve aynı zamanda da amatör bir paleontolog olan Charles Dawson, 1912 yılında, İngiltere'de Piltdown yakınlarındaki bir çukurda, bir çene kemiği ve bir kafatası parçası bulduğu iddiasıyla ortaya çıktı. Çene kemiği maymun çenesine benzemesine rağmen, dişler ve kafatası insanınkilere benziyordu. Bu örneklere "Piltdown Adamı" adı verildi, 500 bin yıllık bir tarih biçildi ve çeşitli müzelerde insan evrimine kesin bir delil olarak sergilendi. 40 yılı aşkın bir süre, üzerine birçok bilimsel makaleler yazıldı, yorumlar ve çizimler yapıldı. Dünyanın farklı üniversitelerinden 500'ü aşkın akademisyen, Piltdown Adamı üzerine doktora tezi hazırladı.3 Ünlü Amerikalı paleoantropolog H. F. Osborn da 1935'te British Museum'u ziyaretinde, "doğa sürprizlerle dolu; bu, insanlığın tarih öncesi devirleri hakkında önemli bir buluş" diyordu.
1949'da ise British Museum'un paleontoloji bölümünden Kenneth Oakley yeni bir yaş belirleme metodu olan "flor testi" metodunu, eski bazı fosiller üzerinde denemek istedi. Bu yöntemle, Piltdown Adamı fosili üzerinde de bir deneme yapıldı. Sonuç çok şaşırtıcıydı. Yapılan testte Piltdown Adamı'nın çene kemiğinin hiç flor içermediği anlaşıldı. Bu, çene kemiğinin toprağın altında birkaç yıldan fazla kalmadığını gösteriyordu. Az miktarda flor içeren kafatası ise sadece birkaç bin yıllık olmalıydı.
Flor metoduna dayanılarak yapılan sonraki kronolojik araştırmalar, kafatasının ancak birkaç bin yıllık olduğunu ortaya çıkardı. Çene kemiğindeki dişlerin suni olarak aşındırıldığı, fosillerin yanında bulunan ilkel araçların ise çelik aletlerle yontulmuş adi birer taklit olduğu anlaşıldı. Weiner'in yaptığı detaylı analizlerle bu sahtekarlık 1953 yılında kesin olarak ortaya çıkarıldı. Kafatası 500 yıl yaşında bir insana, çene kemiği de yeni ölmüş bir orangutana aitti! Dişler, insana ait olduğu izlenimini vermek için sonradan özel olarak eklenmiş ve sıralanmış, eklem yerleri de törpülenmişti. Daha sonra da bütün parçalar, eski görünmeleri için potasyum-dikromat ile lekelendirilmişti. Bu lekeler, kemikler aside batırıldığında kayboluyordu. Sahtekarlığı ortaya çıkaran ekipten Le Gros Clark "dişler üzerinde yıpranma izlenimini vermek için, yapay olarak oynanmış olduğu o kadar açık ki, nasıl olur da bu izler dikkatten kaçmış olabilir?" diyerek şaşkınlığını gizleyemiyordu.6 Tüm bunların üzerine "Piltdown Adamı", 40 yılı aşkın bir süredir sergilenmekte olduğu British Museum'dan alelacele çıkarıldı.
"Nebraska Adamı" Diye Tanıttıkları Diş, Bir Domuza Ait Çıktı!
1922'de, Amerikan Doğa Tarih Müzesi müdürü Henry Fairfield Osborn, Batı Nebraska'daki Yılan Deresi yakınlarında, Plieocen Dönemi'ne ait bir azı dişi fosili bulduğunu açıkladı. Bu diş, iddiaya göre, insan ve maymunların ortak özelliklerini taşımaktaydı. Çok geçmeden konuyla ilgili çok derin bilimsel tartışmalar başladı. Bazıları bu dişi Pithecanthropus erectus olarak yorumluyorlar, bazıları ise bunun insana daha yakın olduğunu söylüyorlardı. Büyük tartışmalar yaratan bu fosile "Nebraska Adamı" adı verildi. "Bilimsel" ismi de hemen üretildi: Hesperopithecus haroldcooki.
Birçok otorite Osborn'u destekledi. Bu tek dişe dayanılarak Nebraska Adamı'nın kafatası ve vücudunun rekonstrüksiyon resimleri çizildi. Hatta daha da ileri gidilerek Nebraska adamının, eşinin ve çocuklarının doğal ortamda ailece resimleri yayınlandı.
Bütün bu senaryolar tek bir dişten üretilmişti. Evrimci çevreler bu "hayalet adamı" o derece benimsediler ki, William Bryan isimli bir araştırmacı, tek bir azı dişine dayanılarak bu kadar peşin hükümle karar verilmesine karşı çıkınca, bütün şimşekleri üzerine çekti.
Ancak 1927'de iskeletin öbür parçaları da bulundu. Bulunan yeni parçalara göre bu diş ne maymuna ne de insana aitti. Dişin, Prosthennops cinsinden yabani Amerikan domuzunun soyu tükenmiş bir türüne ait olduğu anlaşıldı. William Gregory, bu yanılgıyı duyurduğu Science dergisinde yayınladığı makalesine şöyle bir başlık atmıştı: "Görüldüğü kadarıyla Hesperopithecus ne maymun ne de insan." Sonuçta Hesperopithecus haroldcooki'nin ve "ailesi"nin tüm çizimleri alelacele literatürden çıkarıldı.
Ernst Haeckel'in Sahte Çizimleri
19. yüzyılın sonlarında Ernst Haeckel isimli evrimci bilim adamı "Bireyoluş Soyoluşun Tekrarıdır" (Ontogeny Recapitulates Phylogeny) olarak ifade edilen   ve Rekapitülasyon teorisi olarak anılan bir teori ortaya attı.
Haeckel tarafından öne sürülen bu teori, canlı embriyolarının gelişim süreçleri sırasında, sözde atalarının geçirmiş oldukları evrimsel süreci tekrarladıklarını iddia ediyordu. Örneğin insan embriyosunun, anne karnındaki gelişimi sırasında önce balık, sonra sürüngen özellikleri gösterdiğini, en son olarak da insana dönüştüğünü öne sürüyordu.
Oysa ilerleyen yıllarda bu teorinin tamamen hayal ürünü bir senaryo olduğu ortaya çıkmıştır. İnsan embriyosunun ilk dönemlerinde ortaya çıktığı iddia edilen sözde "solungaçların", gerçekte insanın orta kulak kanalının, paratiroidlerinin ve timüs bezlerinin başlangıcı olduğu anlaşılmıştır. Embriyonun "yumurta sarısı kesesi"ne benzetilen kısmının da gerçekte bebek için kan üreten bir kese olduğu ortaya çıkmıştır. Haeckel'in ve onu izleyenlerin "kuyruk" olarak tanımladıkları kısım ise, insanın omurga kemiğidir ve sadece bacaklardan daha önce ortaya çıktığı için "kuyruk" gibi gözükmektedir.
Bunlar bilim dünyasında herkesin bildiği gerçeklerdir. Evrimciler de bunu kabul ederler. Neo-Darwinizm'in kurucularından George Gaylord Simpson, "Haeckel evrimsel gelişimi yanlış bir şekilde ortaya koydu. Bugün canlıların embriyolojik gelişimlerinin geçmişlerini yansıtmadığı artık kesin olarak biliniyor" diye yazar. American Scientist'te yayınlanan bir makalede ise şöyle denmektedir:
Biyogenetik yasası (Rekapitülasyon Teorisi) artık tamamen ölmüştür. 1950'li yıllarda ders kitaplarından çıkarıldı. Aslında bilimsel bir tartışma olarak 20'li yıllarda sonu gelmişti.
New Scientist dergisindeki 16 Ekim 1999 tarihli bir makalede ise şunlar yazılıdır:
Haeckel, teorisini "biyogenetik yasa" olarak adlandırdı ve bu düşünce kısa zamanda "rekapitülasyon" olarak popülerleşti. Gerçekte ise, Haeckel'in keskin yasasının yanlış olduğu yakın bir zaman sonra gösterildi. Örneğin, erken insan embriyosunun hiç bir zaman bir balık gibi solungaçları yoktur ve embriyo hiç bir zaman erişkin bir sürüngene ya da maymuna benzer evrelerden geçmez.
Bu konu ile ilgili asıl nokta ise, Ernst Haeckel'in aslında ortaya attığı teorisini desteklemek için çizim sahtekarlıkları yapmış olmasıdır. Haeckel, balık ve insan embriyolarını birbirine benzetebilmek için sahte çizimler yapmıştır. Bunun ortaya çıkmasından sonra yaptığı savunma ise, diğer evrimcilerin de benzeri sahtekarlıklar yaptığını belirtmekten başka bir şey değildir:
Bu yaptığım sahtekarlık itirafından sonra kendimi ayıplanmış ve kınanmış olarak görmem gerekir. Fakat benim avuntum şudur ki; suçlu durumda yanyana bulunduğumuz yüzlerce arkadaş, birçok güvenilir gözlemci ve ünlü biyolog vardır ki, onların çıkardıkları en iyi biyoloji kitaplarında, tezlerinde ve dergilerinde benim derecemde yapılmış sahtekarlıklar, kesin olmayan bilgiler, az çok tahrif edilmiş şematize edilip yeniden düzenlenmiş şekiller bulunuyor.
Ünlü bilim dergisi Science da, 5 Eylül 1997 tarihli sayısında, Haeckel'in embriyo çizimlerinin bir sahtekarlık ürünü olduğunu açıklayan bir makale yayınlamıştır. "Haeckel'in Embriyoları: Sahtekarlık Yeniden Keşfedildi" başlıklı yazıda şöyle denmektedir:
Londra'daki St. George's Hospital Medical School'dan embriyolog Michael Richardson, '(Haeckel'in çizimlerinin) verdiği izlenim, yani embriyoların birbirine çok benzedikleri izlenimi yanlış' diyor... O ve arkadaşları Haeckel'in çizdiği türdeki ve yaştaki canlıların embriyolarını yeniden inceleyerek ve fotoğraflayarak kendi karşılaştırmalarını yapmışlar. Richardson, "Anatomy and Embryology" dergisine yazdığı makalede, 'embriyolar çoğu zaman şaşırtıcı derecede farklı görünüyorlar' diye not ediyor.
Haeckel'in, embriyoları benzer gösterebilmek için, bazı organları kasıtlı olarak çizimlerinden çıkardığını ya da hayali organlar eklediğini bildiren Science dergisi, yazının devamında şu bilgileri vermektedir:
Richardson ve ekibinin bildirdiğine göre, Haeckel sadece organlar eklemek ya da çıkarmakla kalmamış, aynı zamanda farklı türleri birbirlerine benzer gösterebilmek için büyüklükleri ile oynamış, bazen embriyoları gerçek boyutlarından on kat farklı göstermiş. Dahası Haeckel farklılıkları gizleyebilmek için, türleri isimlendirmekten kaçınmış ve tek bir türü sanki bütün bir hayvan grubunun temsilcisi gibi göstermiş. Richardson ve ekibinin belirttiğine göre, gerçekte birbirlerine çok yakın olan balık türlerinin embriyolarında bile, görünümleri ve gelişim süreçleri açısından çok büyük farklılıklar bulunuyor. Richardson '(Haeckel'in çizimleri) biyolojideki en büyük sahtekarlıklardan biri haline geliyor' diyor.
Science'taki makalede, Haeckel'in bu konudaki itiraflarının bu yüzyılın başından itibaren her nasılsa, örtbas edildiği ve sahte çizimlerinin ders kitaplarında bilimsel gerçek gibi okutulmaya başlamasından da şöyle söz edilmektedir: "Haeckel'in itirafları, çizimlerinin 1901'de "Darwin and After Darwin" isimli bir kitapta kullanılmasından sonra ortadan kayboldu. Ve çizimler, İngilizce biyoloji ders kitaplarında geniş çaplı olarak çoğaltıldı."
Kısacası, Haeckel'in çizimlerinin bir sahtekarlık olduğu 1901 yılında ortaya çıkmış, ama tüm bilim dünyası bu çizimlerle bir asır boyunca aldatılmaya devam etmiştir.
Sonuç
Evrim teorisini desteklemek uğruna yapılan tüm bu bilimsel sahtekarlıklar ya da önyargılı değerlendirmeler, bu teorinin bilimsel bir açıklamadan ziyade, bir tür ideoloji olduğunu göstermektedir. Her ideolojinin olduğu gibi, bu ideolojinin de fanatik taraftarları vardır ve bunlar evrimi her ne pahasına olursa olsun ispatlama çabası içindedirler. Ya da teoriye o denli dogmatik bir biçimde bağlanmışlardır ki, ellerine geçen her bulguyu, evrimle hiç bir ilgisi olmasa da, teorinin büyük bir kanıtı olarak algılamaktadırlar. Bu kuşkusuz bilim adına üzücü bir tablodur; çünkü bilim dünyasının temelsiz bir dogma uğruna yanlış yönlendirildiğini gösterir.
İskandinav bilim adamı Søren Løvtrup ise Darwinism: The Refutation of a Myth adlı kitabında bu konuda şöyle demektedir:
Sanırım herkes, bir bilim dalının tamamının yanlış bir teoriye bağımlı hale gelmesinin çok büyük bir şanssızlık olacağını kabul edecektir. Ancak biyolojide yaşanan şey tam da budur: Uzun bir zamandır insanlar evrimsel konuları Darwinistik kavramlarla tartışıyor, "adaptasyon", "seleksiyon basıncı" ya da "doğal seleksiyon" gibi kavramlarla. Sonra da bu tartışmalarla doğal olayların açıklanmasına katkıda bulunduklarını sanıyorlar. Ama gerçekte hiç bir katkı sağlamıyorlar... İnanıyorum ki, Darwinizm efsanesi bir gün bilim tarihindeki en büyük aldanış olarak tanımlanacaktır.

DARWINİZM KOMÜNİZM İTTİFAKININ İÇYÜZÜ


HAZİRAN 2000
Komünist ideoloji 150 yıl boyunca dünyaya kan kusturdu. Ancak bu zulmün arkasında, çoğu insanın pek dikkat etmediği bir başka fikir yatıyordu. Komünist ideolojilerin ve rejimlerin ortak fikri dayanağı, Darwin'in evrim teorisiydi. "Şiddet ve çatışma değişmez doğa yasasıdır" diyen Darwin, milyonlarca masum insanın ölümüne yol açtı... 21. yüzyıla girdiğimizde, geçen yüzyıl hakkında en sık duyduğumuz yorumlardan biri, "20. yüzyılın karışıklıkların ve acılar yüzyılı olduğu" idi. Bunun en önemli nedeni ise 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tüm dünyayı kasıp kavuran, adeta kan gölüne çeviren ideolojilerin giderek yaygınlaşması ve dünyaya hakim olmasıydı. Bu ideolojilerin başında ise materyalist felsefeden kaynaklanan komünizm geliyordu.
Komünizm, Karl Marx ve Friedrich Engels isimli iki Alman filozof tarafından ortaya atıldı. Bu iki isim insanlık tarihinin ilk çağlarından beri var olan materyalist zihniyeti, "diyalektik" adı verilen yeni bir yöntemle açıklamaya çalıştılar. Diyalektik, evrendeki tüm gelişmenin, çatışma sayesinde elde edildiği varsayımıydı. Marx ve Engels, bu varsayıma dayanarak tüm dünya tarihini yorumlamaya giriştiler. Marx, insanlık tarihinin bir çatışmadan ibaret olduğunu, mevcut çatışmanın işçiler ve kapitalistler arasında geçtiğini ve yakında işçilerin ayaklanıp komünist bir devrim yapacaklarını iddia ediyordu. Marx'a göre toplum, tarih içinde çeşitli evrelerden geçiyordu ve bu evreleri belirleyen faktör de üretim araçlarıyla üretim ilişkilerindeki değişimdi. Bu anlayışa göre ekonomi, diğer herşeyin belirleyicisiydi. Toplumlar, ekonomik etkenler doğrultusunda bir gelişim süreci izlemişti; köleci toplum feodal topluma, feodal toplum kapitalist topluma dönüşmüştü; sonunda bir devrim ile sosyalist toplum kurulacak ve tarihin en ileri seviyesine varılacaktı.
Ancak Marx'ın ve Engels'in önemli bir eksikleri vardı; daha geniş bir kitleyi etkileri altına alabilmek için ideolojilerine bilimsel bir görünüm vermeleri gerekiyordu. İşte 20. yüzyılda yaşanan acılara ve karışıklıklara imza atan tehlikeli ittifak bu noktada ortaya çıktı.
Komünizm kendisine bilimsel bir kılıf ararken Charles Darwin adındaki amatör bir biyolog, Türlerin Kökeni isimli bir kitap yayınladı. Kitapta öne sürülenler, Marx ve Engels'in tam da aradıkları iddialardı. Türlerin Kökeni adeta komünizm ve materyalizm için "ısmarlama" hazırlanmış bir kitap gibiydi. Çünkü Darwin, canlılığın cansız maddelerden tesadüfen oluştuğunu ve tüm canlıların yaşam mücadelesi sonucunda evrimleşerek bugünkü hallerini aldığını iddia ediyordu. Bu, Marx ve Engels'in iddia ettiği toplumlardaki diyalektik çatışmanın ve mücadelenin, doğaya uygulanmış biyolojik versiyonuydu. Darwin'in, Marx ve Engels'e verdiği ikinci önemli destek ise, Allah'a ve dine olan inançsızlıkları ve düşmanlıkları konusundaydı. Marx ve Engels, her materyalist gibi Allah'ın varlığını inkar ederken, Darwin de teorisinde yaratılışı reddediyordu.
Marx ve Engels'in Darwin Hayranlığı
Darwinizm, komünizm için o kadar büyük bir önem taşıyordu ki, Engels, Darwin'in kitabı yayınlanır yayınlanmaz Marx'a şöyle yazdı: "Şu anda kitabını okumakta olduğum Darwin, tek kelimeyle muhteşem".
Marx ise 19 Aralık 1860 tarihinde Engels'e yazdığı cevabında şöyle diyordu: "Bizim görüşlerimizin doğal tarih temelini içeren kitap, işte budur".
Marx, bir başka sosyalist dostu Lasalle'a 16 Ocak 1861'de yazdığı mektupta ise şöyle yazıyordu: "Darwin'in yapıtı büyük bir yapıttır. Tarihteki sınıf mücadelesinin doğa bilimleri açısından temelini oluşturuyor."
Marx, Darwin'e olan sempatisini ise en önemli eseri olan Das Kapital'i Darwin'e ithaf ederek göstermişti. Kitabın Almanca baskısına el yazısıyla şöyle yazmıştı: "Charles Darwin'e, gerçek bir hayranı olan Karl Marx'tan".
Engels'in bu konudaki başka bir sözü ise Darwin'e olan hayranlığını şöyle ifade ediyordu: "Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak işlemektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Charles Darwin'in adı anılmalıdır."
Engels, Darwin'i, Marx ile eş tutacak şekilde övüyor ve "Darwin nasıl organik doğadaki evrim yasasını keşfettiyse, Marx da insanoğlunun tarihindeki evrim yasasını keşfetti" diyordu.
Engels bir başka eserinde ise şöyle diyordu:
Darwin, bütün organik varlıkların, bitkilerin, hayvanların ve insanın kendisinin, milyonlarca yıldır olagelen bir evrim sürecinin ürünleri olduğunu kanıtlayarak metafizik doğa görüşüne en ağır darbeyi indirdi.
Bundan başka, Engels Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü adlı bir kitap yayınlayarak Darwin'in teorisini hemen benimsediğini göstermişti. Engels bunlara ek olarak, doğa biliminin ilerlemesindeki üç önemli destekten biri olarak Darwinizm'i gösteriyor ve şöyle diyordu:
1859'da Charles Darwin, temel yapıtı Türlerin Kökeni'ni yayınlamıştır. Bu yapıt, bir yüzyıldan fazla süren evrim fikrinin gelişimini tamamlamış ve modern biyolojinin temellerini kurmuştur. Bu buluşların felsefi önemi, doğal gelişmenin diyalektik niteliğini özellikle özlü bir biçimde ortaya koymuş olmalarındandır.
Amerikalı botanik profesörü Conway Zirckle ise komünizmin kurucularının Darwinizm'i neden kararlılıkla benimsediklerini şöyle anlatır:
Marx ve Engels, evrim teorisini, Darwin'in Türlerin Kökeni adlı kitabı yayınlanır yayınlanmaz benimsediler Evrim, komünizmin kurucuları için, insanlığın doğaüstü bir gücün müdahalesi olmadan nasıl ortaya çıkmış olabileceği sorusuna getirilen cevaptı ve dolayısıyla savundukları materyalist felsefenin temellerini desteklemek için kullanılabilirdi. Dahası, Darwin'in evrimi yorumlama biçimi  yani evrimin bir doğal seleksiyon süreci içinde geliştiği teorisi onlara o zamana dek hakim olan teolojik düşüncelere karşı koyma fırsatı veriyordu. Doğal seleksiyon teorisi sayesinde, bilim adamları organik dünyayı materyalist bir terminoloji ile yorumlama şansı elde etmiş oluyorlardı.
Tom Bethell ise, Marx ile Darwin arasındaki bağlantının asıl nedenlerini şöyle açıklamaktadır:
Marx Darwin'in kitabına ekonomik sebepler dolayısıyla hayran kalmamıştır. Marx'ın Darwin'in kitabına hayranlığının en önemli nedeni Darwin'in evrenin tamamen materyalist olmasıdır. Bu önemli noktada Darwin ve Marx gerçek birer yoldaştılar.
Marx ve Engels, bu ifadelerinden de anlaşıldığı gibi Darwin'in evrim kuramının kendi ateist dünya görüşlerine bilimsel bir destek oluşturduğunu zannederek sevinmişlerdi. Ancak böyle bir sevince kapılmakta aceleci davranmışlardı. Çünkü evrim teorisi 19. yüzyılın bilim açısından ilkel ortamında ortaya atıldığı için kabul görebilmiş, hiç bir bilimsel delili olmayan yanılgılarla dolu bir teoridir. 20. yüzyılın ikinci yarısında ise gelişen bilim sayesinde evrim teorisinin geçersizliği ortaya çıktı. Bu Darwinizm için olduğu kadar materyalizm ve komünizm için de çöküş anlamı taşıyordu.
Bolşeviklerin Darwin Hayranlığı
Marx ve Engels'in takipçileri de aynı yanılgıya düşerek evrim teorisini büyük bir coşku ve ilgi ile benimsediler. Marx'ın ve Engels'in fikirleri, özellikle ölümlerinin ardından etkili oldu. Marx'ın hayal ettiği komünist devrim projesini hayata geçiren kişi, Lenin'di. Rusya'daki komünist Bolşevik hareketinin lideri olan Lenin, ülkedeki Çar rejimini silah zoruyla yıkmayı amaçlıyordu. I. Dünya Savaşı'nın karmaşası, Bolşeviklere aradıkları fırsatı verdi. Lenin'in önderliğindeki komünistler Ekim 1917'de iktidarı silah zoruyla ele geçirdiler. Rusya, devrimin ardından komünistler ve Çar yanlıları arasında geçen üç yıllık kanlı bir iç savaşa sahne oldu.
Lenin de Marx ve Engels gibi koyu bir evrimciydi; Darwin'in teorisinin, savunduğu diyalektik materyalist felsefenin temel dayanağı olduğunu sık sık vurguluyordu. Bolşevik devriminin Lenin'den sonraki en büyük mimarı sayılan Leon Trotsky (Troçki) de Darwin'e olan hayranlığını şu sözlerle ifade etmişti: "Darwin'in buluşu, tüm organik madde alanında diyalektiğin en büyük zaferi oldu".
Lenin'in 1924'deki ölümünün ardından, Komünist Parti'nin başına dünyanın en kanlı diktatörü sayılan Stalin geçti. Stalin 30 yıl süren iktidarı boyunca, adeta komünizmin ne denli acımasız bir sistem olduğunu ispatlarcasına katliamlar ve işkencelerle dolu bir döneme imza attı.
Stalin'in ilk önemli icraatı, Rusya nüfusunun yüzde 80'ini oluşturan köylülerin tarlalarına devlet adına el koymak oldu. "Kollektivizasyon" adı verilen ve özel mülkiyeti yok etmeye yönelik bu politika gereği, Rus köylülerinin bütün mahsulü silahlı görevliler tarafından toplandı. Bunun sonucunda, korkunç bir açlık başgösterdi. Yiyecek hiç bir şey bulamayan milyonlarca kadın, çocuk ve yaşlı açlıktan kıvranarak yaşamını yitirdi. Kazakistan nüfusunun yüzde 20'si açlıktan öldü. Kafkasya'daki ölü sayısı bir milyondu.
Stalin, bu politikasına direnmeye çalışan yüzbinlerce insanı ise, Sibirya'nın korkunç çalışma kamplarına yolladı. Tutsakların çok ağır şartlarda ölesiye çalıştırıldıkları bu kamplar, bu insanların çoğuna mezar oldu. Öte yandan onbinlerce insan, Stalin'in gizli polisi tarafından idam edildi. Aralarında Kırım ve Türkistan Türkleri'nin de bulunduğu milyonlar, Rusya'nın ücra köşelerine zorla göç ettirildi.
Stalin, tüm bu kanlı politikaları sonucunda yaklaşık 20 milyon insanı katletti. Tarihçilerin bildirdiğine göre, gerçekleştirdiği vahşetten özel bir zevk duyuyordu. Kremlin'deki çalışma masasına oturup, toplama kamplarında öldürülen ya da idam edilen insanların sayılarını içeren listeleri incelemekten büyük keyif alıyordu.
Stalin'i bu denli acımasız bir katil haline getiren etken, kişisel psikolojik durumunun yanısıra, inandığı materyalist felsefeydi. Bu felsefenin en temel dayanağı ise, Stalin'in kendi yorumuyla, Darwin'in evrim teorisiydi. Bu konuya verdiği önemi şöyle açıklıyordu:
Genç nesillerin zihnini yaratılış düşüncesinden arındırmak için onlara tek bir şeyi öğretmeliyiz: Darwin'in öğretilerini.
Stalin henüz hayattayken yayınlanan bir kitapta ise Stalin'in ateist olmasındaki etkenin Darwin olduğu şöyle açıklanıyordu:
Çok erken yaşlarda, henüz Hıristiyan kilisesinde bir öğrenci iken Yoldaş Stalin eleştirel bir mantık ve devrimci bir duygu geliştirdi. Darwin'i okumaya başladı ve bir ateist oldu.
Yani bu acımasız katili oluşturan en büyük fikri etken, Darwinizm'di...
Bolşevikler Evrimcilik Uğruna Genetiği Bile Reddettiler
Stalin rejiminin evrim teorisine körü körüne bağlılığının önemli bir göstergesi ise, o dönemde Sovyet eğitim sisteminin Mendel'in genetik kanunlarını reddetmesiydi. 20. yüzyılın başından itibaren bütün bilim dünyası tarafından kabul edilen bu kanunlar, Lamarck'ın ortaya attığı "kazanılmış özelliklerin sonraki nesillere aktarılması" iddiasını geçersiz kılıyordu. Bunun evrim teorisine büyük bir darbe olduğunu gören Lysenko adlı Rus bilim adamı, düşüncelerini Stalin'e açtı. Lysenko'nun fikirlerinden etkilenen Stalin onu resmi bilim kurumlarının en başına getirdi ve genetik bilimi, Stalin'in ölümüne kadar Sovyetler birliği'nin hiç bir bilim kurumunda ya da okulunda kabul görmedi.
Çin Komünizminin Fikri Dayanığı da Darwin'di...
Stalin'in zulüm rejimi sürerken, Darwinizm'i kendisine bilimsel dayanak sayan bir başka komünist rejim de Çin'de kuruldu. Mao Tse Tung'un önderliğinde komünistler, uzun bir iç savaş sonucunda 1949 yılında iktidara geldiler. Mao, kendisine büyük destek veren müttefiki Stalin gibi, baskıcı ve kanlı bir rejim kurdu. Çin, sayısız politik idama sahne oldu. İlerleyen yıllarda ise Mao'nun "Kızıl Muhafızlar" adını verdiği genç militanlar, ülkeyi tam bir terör ortamına sürüklediler.
Mao, kurduğu bu düzenin felsefi dayanağını ise, "Çin sosyalizminin temeli, Darwin'e ve Evrim Teorisi'ne dayanmaktadır" diyerek açıkça belirtmişti.
Çin komünistleri 1950'lerde iktidara geldiklerinde evrim teorisini ideolojilerinin temel kuruluşuna aldılar. Hatta Çinli entellektüeller evrim teorisini bir asır önce kabul etmişlerdi bile:
19. yüzyılda Batı, Çin'i izole olan ve eski gelenekleri sürdüren bir uyuyan dev olarak görüyordu. Çok az Avrupalı, Çinli entellektüellerin Darwin'in evrim teorisini hevesle benimsediklerini ve değişim için ümid vaadettiğini kavradıklarını anladı. Çinli yazar Hu Shih'e göre 1898'de Thomas Huxley'in Evrim ve Etik kitabı yayımlandığında Çinli entellektüeller tarafından hızla onaylandı. Zengin kişiler ucuz Çin yayımlarına sponsorluk ettiler, böylece kitlelere geniş bir şekilde yayılabildi.
İşte ülkede komünizmi sahiplenen ve komünist devrime öncülük eden kişiler, Darwinci fikirleri "hevesle benimseyen" bu entellektüeller oldu.
Darwinizm-Komünizm İttifakının Temeli: Din Düşmanlığı
Komünizm, daha pek çok ülkede gerilla mücadelelerine, kanlı terör eylemlerine ve iç savaşlara neden oldu. Bu ülkelerin arasında Türkiye de vardı. 1960'lı ve 70'li yıllarda Türkiye'de komünist bir devrim yapma hayaliyle devlete karşı silaha sarılan örgütler, ülkeyi karanlık bir terör ortamına sürüklediler. Komünist terör, 1980 sonrasında ise, bölücülük akımıyla birleşti ve onbinlerce vatandaşımızın ölümüne, polis ve askerimizin şehit olmasına neden oldu.
150 yıldır dünyayı bu şekilde kana bulayan komünist ideoloji, her zaman için Darwinizm'le içiçe oldu. Bugün de Darwinizmin en ateşli savunucuları komünistler ve ateistlerdir. Hemen her ülkede, evrim teorisini ısrarla savunan çevrelere bakıldığında, Marksistlerin hep en ön safta olduğu görülür.
David Jorafsky, Sovyet Marksizm'i ve Doğa Bilimi isimli kitabında bu ilişkiyi şöyle açıklar:
Bilimsel yetersizliğine rağmen evrimin ileri sürdüğü bilimsel karakter her türlü Allah karşıtı sistemi ve uygulamaları haklı çıkarmak için kullanıldı. Şimdiye kadar bunlardan en başarılısı komünizm gibi gözüküyor ve bütün dünyadaki taraftarları komünizmin evrim bilimini temel aldığını söylenerek kandırılmışlardır.
Marksizm-Darwinizm bağlantısı bugün herkesçe kabul edilen çok açık bir gerçektir. Karl Marx'ın hayatını anlatan kitaplarda dahi bu bağlantı mutlaka belirtilmektedir. Örneğin Marksist kitapları yayınlayan Öncü yayınevi tarafından çıkartılan bir biyografide bu bağlantı şöyle tarif edilir:
Darwinizm, Marksist felsefeyi destekleyen, gerçekliğini kanıtlayan ve geliştiren bir dizi gerçeği takdim etti. Darwinist evrimci fikirlerin yayılması, toplumda bir bütün olarak Marksist düşüncelerin emekçi halk tarafından kavranılması için elverişli zemin yarattı Marx, Engels ve Lenin, Darwin'in düşüncelerine büyük değer verdiler ve bunların taşıdığı büyük bilimsel öneme işaret ettiler, böylelikle bu düşüncelerin yaygınlaşmasında hız kazandırdılar.
Evrim teorisinin, 19. yüzyıla ait köhne imkanlarla ortaya atılmış bilim dışı bir iddia olmasına rağmen tüm dünyayı etkisi altına alabilecek kadar yer edinebilmiş olmasının yegane sebebi işte budur: Komünizm gibi bazı ideolojilere destek sağlaması ve bu ideolojilerin uygulamalarına zemin oluşturması.
Darwinizm Bataklığının Kurutulması Şarttır
Savaşlar, zulümler, katliamlar, çatışmalar tarih boyunca hep olmuştur. Ancak, geçen yüzyılda bunların sayısının ve getirdiği felaketlerin çapının bu kadar büyük olmasının nedeni, Darwinizm'in bu katliamlara, kıyımlara ve çatışmalara sözde meşru bir kılıf hazırlamasıdır. Darwinizmin doğa hakkındaki uydurma iddiaları bu ideolojilerin söylemleri ile paralel olduğu için, katiller, diktatörler, sadist ideologlar yaptıkları uygulamalar için "doğa kanunu toplumda da işlemektedir" diyerek kendilerini haklı ve masum göstermeye çalışmışlardır.
Günümüzde de evrim teorisi yine felsefi ve ideolojik amaçlarla savunulmaktadır. 19. yüzyılın evrim teorisi ile şiddetlenen sömürgeciliği, Nazi Almanyası ya da Sovyetler Birliği tarihe karışmıştır, ama bunlara temel oluşturan materyalist felsefe hala birtakım çevreler tarafından ısrarla savunulmakta ve bu felsefenin yıkıcı etkileri dünyanın dört bir yanında devam etmektedir. Sadece Doğu Türkistan'da yaşananlar veya ülkemizde Darwinizmden hayat bulan komünist bölücü terör dahi bunun çarpıcı bir örneğidir.
Adli veya fiziki tedbirler ise yaranın sadece üzerini örtebilmektedir. Kesin çözüm ise yaranın ilmi ve kültürel yönden tedavisidir. Darwinizmin kültürel ve bilimsel anlamda çöküşü, ondan güç alan felsefeleri de yok edecektir ve bu dünyadan zulmün kalkması anlamına gelmektedir.
Bu nedenle vicdan ve iman sahibi, milli ve manevi değerlerinin bilincinde insanlara önemli sorumluluklar düşmektedir. Darwinizmin dünyaya getirdiği belaları görmezlikten gelmek veya önemsememek doğru değildir. Bu konunun aciliyetini kavrayan her insanın, önemli bir kültür ve ilim atağı ile elinden geleni yaparak, 150 yıldır devam eden bu aldatmacaya bir son vermesi gerekir.

DARWINİZM'İN İÇYÜZÜ - Avrupa Emperyalizminin Darwinist Temelleri


MAYIS 2000
Darwin'in evrim teorisi, çoğu insan tarafından sadece bilimi ilgilendiren bir konu sanılır. Oysa aksine, evrim teorisinin verdiği mesajlar, tarih, felsefe, siyaset gibi pek çok alanı etkilemiştir. Çünkü evrim teorisi insanoğlunun ve tüm diğer canlıların bu dünya üzerinde nasıl ortaya çıktıkları sorusu ile ilgilidir, ve bu sorulara verilen cevap, ister istemez bir insanın ve bir toplumun tüm dünya görüşünü değiştirir. Nitekim evrim teorisi, canlıların yaratılmadıklarını iddia ederek başta materyalist felsefe olmak üzere tüm ateist görüşlerin temelini oluşturmuştur. Bilim tarafından açıkça yalanlanmasına rağmen hala bir gerçek gibi sunulmasının ardında da bu gerçek yatar.
Evrim teorisinin pek bilinmeyen bir diğer yönü ise, 19. yüzyılda gelişen ve 20. yüzyılda da etkileri devam eden Avrupa emperyalizmine temel oluşturmasıdır. Teorinin kurucusu olan Darwin, bilindiği gibi insanların maymun benzeri canlılardan evrimleştiğini iddia etmiştir. Bu iddiayı ortaya atarken de, insan ırkları arasında büyük bir eşitsizlik olduğunu, bazılarının çok ileri düzeylere evrimleştiğini, bazılarının ise hala "yarı maymun" durumunda olduğunu iddia etmiştir. Darwin "ileri ırklar" olarak Avrupalıları saymış, "yarı maymun milletler" arasında ise başta Türk Milleti olmak üzere o dönemde Avrupalıların mücadele ettiği diğer milletleri göstermiştir. Bu saçma teorisiyle, Avrupa emperyalizminin bu milletleri sömürgeleştirme ve hatta köleleştirme hedeflerine sözde bilimsel bir zemin sağlamayı hedeflemiştir.
Darwin'in Irkçılığı
Darwin'in ırkçılığı, geliştirdiği evrim teorisinin doğal bir sonucuydu. Darwin bilindiği gibi, insanların maymun benzeri canlılardan evrimleşerek bugünkü durumlarına geldiklerini iddia etmişti. Ancak Darwin'e göre bu hayali evrim süreci içinde "doğa tarafından kayırılmış ırklar" vardı. Bu fikrini, ünlü Türlerin Kökeni'nin başlığında bile vurgulamıştı. Darwin'in kitabının uzun ismi şöyleydi: "Türlerin Kökeni, Doğal Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".
Bu kayırılmış ırklar Darwin'e göre Avrupalı ırklardı. Tüm Asyalı ve Afrikalı ırklar ise Darwin'e göre evrim sürecinde geri kalmış ırkları oluşturuyorlardı. Birer insan bile değillerdi. Darwin'in bu fikirleri, evrim teorisinin sözde "bilimsel" görüntüsü altında, 19. yüzyılda büyük taraftar kazandı. Darwin, ırkçı fikirlerinin çoğunu Descent of Man (İnsanın Türeyişi) adlı kitabında açıklamış, Benjamin Farrington'ın ifadesiyle bu kitapta "insan ırkları arası eşitsizliğin apaçıklığı" hakkında birçok yorum yapmıştı.
Darwin, İnsanın Türeyişi adlı kitabında bazı ilginç ırkçı kehanetlerde de bulunmuştu. Kitabında zenciler ve Avusturalya yerlileri gibi ırkları gorillerle aynı statüye sokmuş, sonra da bunların "medeni ırklar" tarafından zamanla yok edileceklerini öne sürerek şöyle demişti:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları tamamen yeryüzünden silecekler ve onların yerine geçecekler. Öte yandan insansı maymunlar da� kuşkusuz elimine edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da genişleyecek. Bu sayede ortada şu anki Avrupalı ırklardan bile daha medeni olan ırklar ve şu anki zencilerden, Avustralya yerlilerinden ve gorillerden bile daha geride olan babun türü maymunlar kalacaktır.
Darwin'in Türk Düşmanlığı
Konunun en önemli yönü ise, Darwin kendince "aşağı ırklar" arasında gördüğü milletlerin arasında, Türk Milleti'ni de saymış olmasıydı! Darwin, W. Graham'a yazdığı 3 Temmuz 1881 tarihli mektubunda, bu ırkçı düşüncesini şöyle ifade ediyordu:
Doğal seleksiyona dayalı kavganın, medeniyetin ilerleyişine sizin zannettiğinizden daha fazla yarar sağladığını ve sağlamakta olduğunu gösterebilirim. Düşünün ki, birkaç yüzyıl önce Avrupa Türkler tarafından istila edildiğinde, Avrupa milletleri ne kadar büyük bir tehlikeyle karşı karşıya gelmişlerdi, şimdi ise bu çok kadar saçma bir düşüncedir. AVRUPALI IRKLAR OLARAK BİLİNEN MEDENİ IRKLAR, YAŞAM MÜCADELESİNDE TÜRK BARBARLIĞINA KARŞI GALİP GELMİŞLERDİR. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, BU TÜR AŞAĞI IRKLARIN ÇOĞUNUN MEDENİLEŞMİŞ YÜKSEK IRKLAR TARAFINDAN YOKEDİLECEĞİNİ GÖRÜYORUM.
Bu satırları yazan Darwin, elbette Müslüman Türk Milleti'nin hiç bir anlamda "geri" bir millet olmadığını biliyordu. Türk Milleti'nin tarihte kurduğu büyük devletlerle, özellikle de Osmanlı Devleti'yle ortaya büyük bir kültür ve üstün bir ahlak koyduğunu biliyordu. Avrupalıların en geri dönemlerde, Türkler'in ve diğer Müslüman milletlerin bilimde, tıpta, teknolojide ve toplum düzeninde çok üstün olduklarını da biliyordu. Ama yine de Türk Milleti'ni kasıtlı olarak "geri ırk" olarak tanımlıyor ve öyle göstermeye çalışıyordu.
Darwin'in bu kasıtlı ırkçılığının ardında yatan en önemli hedef ise, gerçekte 19. yüzyıl Avrupa emperyalizmine hizmet edebilmekti. Avrupa devletleri o dönemde Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalama ve paylaşma çabası içindeydiler ve Darwin, Osmanlı'nın asli unsuru olan Türk Milleti'ni "geri ırk" saymakla bu emperyalist plana bir meşruiyet hikayesi uydurmuş oluyordu.
Darwin: İngiliz Emperyalizminin Sözcüsü

İngiliz emperyalizmi Osmanlı imparatorluğu'na karşı açık bir mücadeleye girişmişti. Resimde İngiliz ordusu görülüyor.
Evet, Evrim teorisinin kurucusu olan Charles Darwin, gerçekte Avrupa emperyalizminin sözcülüğünü yapmıştır.
Darwin'i ve Darwinizm'i yakından inceleyen başka yorumcular da bu gerçeğe dikkat çekmişlerdir. Örneğin Çinli sosyal bilimci Kenneth Hsu, Darwin'i "Victoria İngiltere'sinin", yani İngiliz emperyalizminin zirveye çıktığı Kraliçe Victoria döneminin bilimsel dayanağı sayar. Hsu'ya göre Darwin, "Victoria dönemi için ideal bir bilim adamı, Çin'e zorla afyon satabilmek için bu ülkeyi işgal eden ve bunu serbest ticaret ve 'en güçlülerin hayatta kalması' kuralına dayandıran ülkenin bilimsel dayanağı"dır.
Darwin başta İngiltere olmak üzere Avrupalı devletlerin emperyalizmine destek sağlamıştır, çünkü ortaya attığı teori ile birlikte Avrupalı beyaz ırkları "üstün ırk" ilan etmiş, diğer ırkların ise "yaşam mücadelesi" içinde Avrupalı ırklar tarafından sömürülmesini haklı göstermiştir. Darwin'in bu teorisi oldukça büyük bir etki yaratmıştır. Hintli Antropolog Vidyarthi bu konuda şöyle demektedir:
Darwin'in ortaya attığı 'en güçlülerin hayatta kalması' düşüncesi, insanoğlunun kültürel bir evrim sürecinden geçtiğine ve en üst kademenin Beyaz Adam'ın Medeniyeti olduğuna inanan sosyal bilimciler tarafından coşkuyla karşılandı. Bunun bir sonucu olarak, 19. yüzyılın ikinci yarısındaki Batılı bilim adamlarının çok büyük bir kısmı ırkçılığı şiddetle benimsediler.
Darwin'in Türkleri hedef alan sözleri ise, İngiliz emperyalizminin Osmanlı İmparatorluğu'na karşı giriştiği mücadelenin bir ifadesiydi.
Osmanlı'ya Karşı Emperyalist Plan
Darwin'in Türklere karşı "aşağı ırk" ya da "yokedilecek millet" gibi hakaretler yönelttiği dönem, Batı ile Osmanlı İmparatorluğu'nun ilişkisi açısından çok kritik bir dönemdi.
Osmanlı İmparatorluğu bilindiği gibi 19. yüzyılın başından itibaren ciddi toprak kayıplarına maruz kaldı. Balkanlar'daki azınlıklar birer birer isyan ettiler. Rusya ise Kırım ve Kafkasya gibi bölgeleri aşamalı biçimde işgal etti. Bu dönemde İngiltere ve Fransa gibi Batılı güçler ise dönem dönem Osmanlı İmparatorluğu'na karşı destek verir yönde politikalar izlediler, çünkü Rusya'nın ilerlemesine karşı Osmanlı'yı bir denge unsuru olarak görüyorlardı.
Ancak İngiltere ve Fransa'nın bu politikası, 1870'lerde değişmeye başladı. 1878'deki Berlin Kongresi ise, tarihçilerin ortak görüşüne göre, tam bir dönüm noktası oldu. Çünkü bu Kongre'nin ardından İngiltere ve Fransa da Rusya ile elbirliği yaparak Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalayıp bölüşme stratejisi izlemeye başladılar. İngiltere uzun süredir gözünü diktiği Mısır'ı 1882 yılında işgal etti. Bu işgal döneminde Türk düşmanı tavrıyla öne çıkan İngiliz Lord Gladstone Londra'da Türklerle ilgili bir broşür yayınlamış ve Osmanlı'yı alabildiğine kötüleyen broşürde "Türklerin mahvedip aşağıladıkları vilayetlerdeki tüm istismarlarını ortadan kaldırmak için en iyi yol olarak   pılı-pırtılarını toplayıp uzaklaşmaları" gerektiği çağrısını yapmıştı.
İngiltere'nin Mısır işgalinin ardından Fransızlar Cezayir ve Tunus'u işgal ettiler. Bu çabalar bilindiği gibi Trablusgarp ve Balkan Savaşları, sonra da I. Dünya Savaşı sonucunda nihayete ulaştırıldı ve Osmanlı topraklarının çok büyük bölümü İngiltere ve Fransa arasında paylaşıldı. Türk düşmanı Lord Curzon bu olaylar sırasında şöyle diyordu:
Türkler Avrupa'dan atılmalıdır. ABD'li senatör Lodge'ın dediği gibi İstanbul Türklerden tamamen alınmalı, bir veba tohumu olan savaşların yaratıcısı, komşuları için bir aşağılanma olan Türkler Avrupa'dan silinmelidir�
İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Kitchener Balkan Savaşları'nın sonucu karşısındaki memnuniyetini "Türklerin çöküşü tamamlanmış görünüyor" sözüyle ifade etmişti.
Darwin'in "Avrupalı ırklar olarak bilinen medeni ırklar, yaşam mücadelesinde Türk barbarlığına karşı galip gelmişlerdir. Dünyanın çok da uzak olmayan bir geleceğine baktığımda, bu tür aşağı ırkların çoğunun medenileşmiş yüksek ırklar tarafından yok edileceğini görüyorum" şeklindeki sözleri, işte tam bu emperyalist sürecin başlarına denk geliyordu. Darwin bu sözleri 1881 yılında, yani İngiltere'nin Mısır işgali sırasında söylemişti. Anlaşılan Victoria İngilteresi'nin stratejistleri, ona, Mısır işgali ile başlayan sürecin "Türkleri yok etme" ile sonuçlanacağını haber vermişler ve bu plana bilimsel bir destek bulmasını istemişlerdi. Darwin, "yaşam mücadelesi", "ırklar arasındaki doğal seçme" gibi sözde bilimsel kavramlarla işte bu "Türkleri yok etme" hedefine zemin hazırlamaya çalıştı.
Sev�r Hayalleri
Oysa bildiğimiz gibi bu hedef amacına ulaşamadı. İngiliz-Fransız ittifakının, yanlarına Yunanlılar gibi küçük unsurları da katarak uyguladıkları "Türkleri yok etme" planı, Sevr Anlaşması ile uygulamaya kondu, ama gerçekleşmedi. Türk Milleti, varını yoğunu ortaya koyarak, bu plana karşı kahramanca direndi, Milli Mücadele'yi organize etti ve kazandı.
Ancak yine bilindiği gibi, "Türkleri yok etme"ye yönelik bu emperyalist plan, hiç bir zaman da rafa kaldırılmadı. Birtakım Batılı çevreler "Sevr'i diriltme" heveslerinden asla vazgeçmediler. Bugün de hala bir kısmı bu hedefin peşinde koşuyorlar, bölücü teröre kanat gererek, Türkiye'nin milli ve manevi değerlerini hedef alarak Sevr'i diriltme planlarını yaşatıyorlar.
İlginç olan ise, Darwinizm'in hala bu planda önemli bir yer tutması. Darwinizm bundan 130 yıl önce, "Türkleri yok etme" planına, "Türk milleti aşağı ırktır" gibi bir iddia ortaya atarak destek vermişti. Şimdi ise, Türk Milleti'ni, onu ayakta tutan milli ve manevi değerlerden koparmayı hedefleyen materyalist felsefeyi destekleyerek hedef alıyor. Müslüman Türk Milleti'ne ateizm ve materyalizm gibi batıl inanışları aşılamaya çalışarak, "Türkleri yok etme" planına bir başka açıdan destek veriyor.
İşin en garip yönü ise, bazı Türk bilimadamlarının da büyük bir gaflet içinde bu teoriye sahip çıkmaları. Bu bilimadamları, bilimsel hiç bir dayanağı olmadığını bildikleri Darwinizm'i ısrarla savunarak, gerçekte büyük bir tarihsel vebal yükleniyorlar.

DARWINİST RUS DEVLETİ'NİN BİTMEYEN ZULMÜ


Ağustos 2000
Komünizm uzun yıllar boyunca Sovyetler Birliği ile özdeşleştirildi ve Sovyetler'in yıkılması tüm dünyada komünist ideolojinin de çökmesi olarak algılandı. Bu çöküşün bir sonucu olarak da komünizmin açtığı tüm yaraların kısa bir süre içinde sarılacağı, Rus halkının maddi ve manevi huzura ulaşacağı öngörüldü. Oysa SSCB'nin yıkılışının komünizmin yıkılması olarak algılanması çok büyük bir yanılgıydı. SSCB'nin Bağımsız Devletler Topluluğu'na dönüşü ise sadece göstermelik bir çöküşün göstermelik eylemleriydi. Çünkü tüm dünyanın da yakından takip ettiği gibi Rusya'nın işgalci anlayışı hala bu ülkeler üzerinde devam ediyor ve Kafkas ülkeleri için gerçek anlamda "bağımsız" demek şu an için mümkün değil. Sovyetler Birliği'nin bir yüzyıla yakın bir dönem ayakta tuttuğu ve 20. yüzyılı kana, acıya boğan, on milyonlarca insana kıtlık, sefalet, korku ve dehşet yaşatan bu tehlikeli ideolojinin gerçek anlamda çöküşü, ancak bu ideolojiye dayanak teşkil eden fikirlerin ve inançların çökertilmesiyle mümkün olabilir. Rus tipi maddeci hayat anlayışı, güçlünün güçsüzü ezdiği bir sistem ve komünist ahlak devam ettiği sürece Sovyetler Birliği'nin izleri de asla silinmeyecek. Böyle bir durumda sefalet, yokluk ve açlık devam edecek, insanlara zulmedilecek, güven ve huzur içinde bir yaşam hakkı tanınmayacaktır.
Komünizmi besleyen en önemli iki faktör Darwinizm ve materyalizmdir. Dolayısıyla bu ülkelerde yaşanan çatışmaların, sefaletin, açlığın, huzursuzluğun ve insanlara yapılan zulmün altında da Darwinist ve materyalist anlayış aranmalıdır.
Komünizm, Darwinizm ve Materyalizm Sayesinde Ayakta Kalmıştır!
Darwinizm, hayatın bir mücadele ve savaş arenası olduğunu, bu mücadelede ise güçlü olanların, yani en acımasızca düşmanını yenenlerin üstün gelerek gelişeceklerini iddia eder. Darwinizm'in bir diğer iddiası da, insanların gelişmiş bir hayvan türü olduklarıdır. Darwinizm'in ve materyalizmin ortak iddiaları ise, tüm evrenin ve canlıların tesadüflerin eseri olduğu ve bir Yaratıcı'nın olmadığıdır. İşte bu paragrafta çok kısa olarak özetlenen, hiç bir bilimsel delili olmayan bu iddialar, komünizmin 20. yüzyılda insanlığa yaşattığı karanlığın temelinde yatan nedenlerdir. Bu nedenle Darwinizm'in, sadece bilimselliği tartışılan herhangi bir teori olarak görülmesi büyük bir yanılgı olur.
Hiç bir bilimsel geçerliliği olmamasına rağmen 150 yıldır, belli çevrelerce gündemde ve en rağbet gören teori olarak ayakta tutulmaya çalışılan evrim teorisi, 20. yüzyıla bela ve acı getiren ideoloji ve sistemlerin biricik dayanak noktası olmuştur. Evrim teorisinin geçersizliğinin ispatlanarak, tüm insanlığa duyurulması bu açıdan son derece büyük bir önem taşımaktadır.
Komünizm Ülkelere Sefalet, Açlık ve Kargaşa Getirdi
Rusya ve Çin gibi ülkelerde geçtiğimiz yüzyıl içinde yaşananlar Darwinizm'in bir topluma getireceği belaların ve acıların görülebilmesi açısından son derece önemli örneklerdir. Özellikle de Rusya'da 1917 yılında meydana gelen ihtilalden günümüze kadar yaşananlar, komünist yapının bir ülkeyi nasıl yıkıma götürdüğünü açıkça gözler önüne sermektedir.
Bolşevik ihtilali ile Rusya'da Darwinist-materyalist zihniyet iktidar oldu. Bu zihniyet Rus halkını çok büyük sefaletlere, acılara, sıkıntılara götüren yolun başlangıcıydı. Rusya'da dünya tarihinin en acımasız katliamları, soykırımları ve sürgünleri yaşandı. Komünizmin kurucuları Karl Marx ve Friedrich Engels gibi, komünizmin uygulayıcıları Lenin, Stalin ve diğer Bolşevikler de koyu birer Darwinistti ve uyguladıkları baskı politikalarını ve zulümlerini Darwinizm'in sahte bilimselliği ile meşrulaştırmaya çalıştılar.

Lenin
Koyu birer Darwinist oldukları için Lenin ve Stalin, insanları hayvan sürüsü gibi görüyor ve hayatlarına hiç bir değer vermiyorlardı. Komünist militanlarıyla birlikte gerçekleştirdiği kanlı bir iç savaştan sonra iktidarı ele geçiren Lenin, kurduğu sisteme karşı gelen herkesi kurşuna dizdirmiş, ülke içinde yaşanan iç savaşlar tam üç yıl sürmüş, Rusya tam bir harabeye dönüşmüştü. Lenin bir toplantıda söz aldığında iş ve insan hayatına ne kadar az önem verdiğini şöyle dile getirmişti:
Eğer kitleler kendiliğinden ayağa kalkmazsa, hiç bir şey başaramayız. Spekülatörlere karşı terör uygulamadığımız, yani hemen oracıkta kafalarına bir kurşun sıkmadığımız sürece hiç bir yere varamayız.
Lenin ile aynı fikirleri paylaşan Stalin döneminde, masum insanlar hiç bir suçları olmadığı halde evlerinden toplanarak, ölüm kamplarına gönderildiler. Burada ağır işkence altında ve açlık içinde ölesiye çalıştırılan bu insanlar bir süre sonra ise keyfi olarak öldürüldüler. Stalin'in Darwinist-materyalist devleti, insanların hayatlarını ve insani değerleri kesinlikle hiçe sayıyordu. Ukrayna kamplarından birinin şefi Martin Latsis, raporlarından birinde bunların gerçek birer "ölüm kampı" olduğunu şöyle itiraf ediyordu:
Maykop yakınlarındaki bir kampta toplanan rehineler -kadınlar, çocuklar ve yaşlılar - çamur içinde ve Ekim soğuğunda korkunç şartlarda yaşıyor Sinekler gibi ölüyorlar Kadınlar ölmemek için herşeyi yapmaya hazır. Kampı korumakla görevli askerler bu kadınların ticaretini yapmak için bu durumdan yararlanıyorlar.

Stalin
Stalin, "komünizm projesini" gerçekleştirme adı altında ülkeyi açlık ve sefalete sürüklemiş, baskıcı bir yönetim kurmuş, köylü halkı zorla çalıştırmış, dini yaşama haklarını tamamen ellerinden almıştı. Stalin'in en büyük icraatlarından biri ise Rusya nüfusunun % 80'ini oluşturan köylülerin tarlalarına devlet adına el koymak oldu. Özel mülkiyeti yok etmeye yönelik bu politika gereği, Rus köylülerin bütün mahsulü silahlı görevlilerce toplandı. Bunun sonucunda çok şiddetli bir açlık baş gösterdi. Yiyecek hiç bir şey bulamayan milyonlarca kadın, çocuk ve yaşlı açlıktan yaşamını yitirdi. Kafkasya'da ölü sayısı bir milyonu aştı. Devletin eliyle köylülerin ürünlerine zorla el koyan "zor alım birlikleri" kuruldu. Bu birlikler de türlü zulümde bulunuyordu. 14 Şubat 1922'de bir müfettiş şunları yazıyordu:
Zor alım birliklerinin haksız uygulamaları akıl almaz boyutlara ulaştı. Tutuklanan köylüler sistematik biçimde soğuk hangarlara kapatılıyor, kırbaçla dövülüyor ve ölümle tehdit ediliyor. Teslim etmeleri gereken kotanın tamamını dolduramayanlar, elleri kolları bağlanıp, çıplak bir şekilde köyün ana caddesi boyunca koşmaya zorlanıyor ve sonra da soğuk bir hangara tıkılıyor. Çok sayıda kadın bayılana kadar dövüldükten sonra çıplak olarak karda açılan çukurlara konuluyor
Bu politikaya direnen yüzbinlerce insan ise Sibirya'daki çalışma kamplarına yollandı. Tutsakların çok ağır şartlarda çalıştırıldığı bu kamplar, sürgüne gönderilen insanların büyük çoğunluğuna mezar oldu. Stalin'in bu kanlı politikaları sonucunda yaklaşık 20 milyon insan katledildi.
Öldürmek, yaşam mücadelesinin vazgeçilmez bir unsuru olarak kabul edildiği için, Darwinist-komünistler, milyonlarca masum insanı çeşitli yöntemlerle öldürdüler. Bu kısa dönemde sadece Rusya'da öldürülen insan sayısı 60 milyonu geçiyordu.
Darwinist zihniyetin bir diğer özelliği de halkına güvenmemesiydi. Elinde verecek ürünü kalmadığını söyleyen köylülere dehşet uyandıran işkencelerin uygulanmasının ardında yatan nedenlerden biri de buydu. Halklarını, kendilerinden sadece menfaat elde edecekleri, bir hayvan gibi çalıştırıp işlerine gelmediğinde veya biraz bile şüphelendiklerinde hiç düşünmeden öldürebilecekleri yaratıklar gibi gören bu Darwinist yöneticiler, neredeyse bir yüzyılın tamamını kana buladılar.
Darwinist-komünist devletin, özel teşebbüse imkan tanımaması, üreticinin elinden tüm ürününü ve kazancını alması da, şüpheci yaklaşımının bir diğer göstergesidir. Böyle bir zihniyet, kendisi dışında hiç bir insana, hiç bir düşünceye veya inanca değer vermediği için, onların gelişmesine veya varlık göstermesine de izin vermez. İnsanlar Darwinist devletin ürettiği kıyafeti giymek, bu devletin gösterdiği sanatı yapmak, sadece belirli ürünleri belirli şekillerde üretmek zorundadırlar. Hiçkimse fikir üretemez, geniş düşünemez, yenilik getiremez. Sadece devletin verdiği kadarıyla hayatını idame ettirebilir. İşte bu, Darwinist-materyalist bir devletin istediği bir toplum şeklidir.
Yazının başında da belirttiğimiz gibi, Sovyetler Birliği'nin çökmesi bu zihniyetin çökmesi için yeterli olmamıştır. Nitekim bugün Rusya hala aynı acımasız, ruhsuz ve her türlü insani değerden uzak Darwinist zihniyetin pençesindedir. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra iktidara gelen tüm yöneticilerin gerek kendi halklarına gerekse Kafkasya halklarına karşı tutumları bunun çok önemli bir göstergesidir. SSCB'nin dağılması tüm dünyanın umut ettiği gibi Rus halkı için iyiye gidiş olmamıştır. Çünkü aynı komünist anlayış hala iktidardadır ve tüm icraatlarıyla değişime karşı direneceğini göstermektedir. Yönetimde olanlar ya eski komünist yöneticiler ya da Putin gibi eski KGB ajanlarıdır.
Nitekim göstermelik değişmeyi son on yıldır yaşananlar da yalanlamaktadır. Rusya'nın Çeçen halkına karşı giriştiği vahşi soykırım bu komünist zihniyetin bir başka büyük icraatıdır. Stalin döneminde de aynı zulümlerle karşı karşıya kalan Çeçen halkının yaşadıkları, soğuk savaş sonrası da hiç bir şeyin değişmediğini tüm dünyaya ispatlamaktadır. Savunmasız ve masum Çeçen halkı 10 yıla yakın bir süredir bombaların gölgesinde yaşamını devam ettirmeye çalışıyor. İnsan hayatına değer vermeyen Rus yönetimi son derece çirkin bir savaş yöntemi izliyor, sivil halkın bulunduğu hastaneleri, doğumevlerini, pazar yerlerini, göçmen konvoylarını bombalıyor. Sivil Çeçenlere dahi yaşam hakkı tanımıyor ve tek bir Çeçen kalmayıncaya kadar bu savaşı devam ettireceğini söylüyor.
Darwinist Rus Devleti Kendi Denizcilerini Karanlık Denizde Ölüme Terk Etti
1917 Bolşevik ihtilalinden sonra Rus hükümetinin politikasında en çok dikkat çeken unsur insan hayatının hiçe sayılması olmuştur. Bu anlayış o dönemden günümüze kadar gerçekleşen ve milyonlarca insanın hayatına mal olan katliamlarla da kendini göstermiştir. Ancak yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi bu anlayış yalnızca diğer halklara yönelik değildir; Darwinist devlet kendi yurttaşlarının hayatını da değersiz görmektedir. Geçtiğimiz günlerde batan Rus denizaltısının kurtarılması konusunda gösterilen duyarsızlık ve insanlık dışı umursuzluk bu zihniyetin bir göstergesidir.
Bilindiği gibi Rus yöneticiler denizaltının battığını Batılı ülkelerden saklamaya çalıştılar. (Eğer denizaltına Ruslar'dan önce ulaşırlarsa, bazı sırlarının ortaya çıkacağından korkuyorlardı. Hatta bazı siyasi yorumcular Rusların uluslararası sularda gizli olarak nükleer silah taşıdıklarının ortaya çıkmasından çekindiklerini iddia ettiler.) Aslında bu durum Rus halkına çok da yabancı değildi. Çünkü Sovyet hükümetinin geleneğinde bu tip felaketlerin saklanması, özellikle de Batılı ülkelere duyurulmak istenmemesi çok alışıldık bir durum. Soğuk savaş döneminde pek çok felaketin, trajik kazanın dış dünyadan gizlendiği söylenir.
Örneğin Gorbaçov da 1986 yılında Çernobil'de gerçekleşen nükleer patlamayı kimseye haber vermemeyi, üzerini kapatmayı istemiş, ancak başarılı olamamıştı. Fakat insan hayatına değer vermeyen Rus hükümeti bu kez türlü oyalama taktikleri kullanmasına, yanlış bilgilerle halkı aldatmaya çalışmasına rağmen yenik düştü. Türlü komplolara, yalanlara başvurdu, ama başarılı olamadı. Rus kamuoyu dahi kendi hükümetlerinden ziyade batılı basın gruplarının sözünü ciddiye aldı. Yabancı basın kuruluşları daha ilk günden itibaren tüm gelişmeleri kamuoyuna sundukları için herşey tüm dünyanın gözleri önünde gelişti. Ancak buna rağmen Rus yönetimi olayın ilk gününden itibaren hem tüm dünyaya hem de kendi halkına yalan söyledi. İlk başta denizaltının ağır derecede tahrip olduğu ve mürettebatın ilk dakikalarda öldüğü söylendi. Ancak daha sonra böyle bir şey olmadığı ve denizcilerden yardım sinyallerinin geldiği ortaya çıktı. En son olarak da tahliye kapaklarının ağır derecede hasar gördüğü ve açılamayacağı açıklandı. Bu kez yalanlama, kurtarma çalışmalarını yürüten Norveçli ekipten geldi. Kurtarma ekibi iki saatlik çalışmadan sonra kapakları açmayı başardı.
Komünist ahlak anlayışının tipik bir temsilcisi olan Putin ise bu olay sırasında gösterdiği hissiz, insani duygulardan uzak, mesafeli tavrı ile gerçek bir Sovyet bürokratı ve KBG ajanı olduğunu gösterdi. Onun için vatanını savunmakla görevli 118 vatandaşın hayatı hiç önem taşımıyordu ve belki de halkın en çok tepki gösterdiği konu Putin'in duyarsız tavrıydı. Aslında Putin 118 denizcisini denizin altında hiç bir çaba göstermeden ölüme terk ederken savunduğu felsefenin gereğini yaptı. O kadar insanın hayatını hiçe sayarak, tatilini dahi yarıda kesmeye gerek görmeyen, dış yardımları kabul etmeyen bir devlet başkanının o millete ne kadar büyük zulüm getireceği çok açıktır. Kendi askerlerinin hayatına dahi değer vermeyen bu yöneticilerin, halkın geri kalanına da değer vermeyeceğini tüm halkı anladı.  Nitekim Rus halkı, "devletimizin nasıl bir devlet olduğunu herhalde herkes görmüştür "diyerek bu zihniyete karşı isyanlarını dile getirmiştir.
Komünist Ahlak Muhalif Düşünceleri Yok Etmeyi Öğretir
Denizaltının batmasının ardından tüm dünya basınına yansıyan bir görüntü, Rus hükümetinin zihniyetini bu kez canlı yayında insanlara gösterdi. Evlatlarının ölümlerinden Rus hükümetini sorumlu tutan acılı aileler olayın ilk gününden itibaren her ortamda Putin'e olan öfkelerini dile getirdiler. Ancak Başbakan yardımcısına "Evladımı bir teneke kutu içinde ölüme gönderdiniz. Göğsünüzdeki madalyaları söküp atın!" diye bağıran acılı bir anneye gizli servisten olduğu iddia edilen bir hemşire tarafından yapılan iğne, canlı görüntülerle tüm dünya televizyonlarında yayınlandı. Ve bu görüntü tüm dünyayı ayağa kaldırdı. Acılı anne bu iğneden sonra bayıldı ve koruma görevlileri tarafından bulunduğu yerden uzaklaştırıldı.
Bu görüntü tüm izleyenlerin aklına eski Sovyetler Birliği döneminde uygulanan KGB yöntemlerini getirdi ve tüm dünya basınında bu yönde yorumlar yayınlandı. Rus hükümeti zorbalıkla, baskıcılıkla ve insan hayatına önem vermemekle suçlandı. Bilindiği gibi SSCB döneminde rejim muhaliflerini etkisiz hale getirmek için özel psikiyatri hastaneleri kurulmuştu. Bu hastanelerde türlü yöntemlerle kişiler susturulur, Rus tabiriyle "zararlı düşüncelerinden arındırılır"dı. Ayrıca bu gibi kişileri Sibirya'ya sürgüne, işçi kamplarına gönderirlerdi. İğneyle bayıltma yöntemi de işte bu dönemde çok sıkça başvurulan bir yöntemdi. Fakat insanı birkaç dakika içinde bayıltan bu iğneler, solunum yollarında ölüme yol açabilecek ciddi sorunlar yaratabiliyor ve beyinde kalıcı hasarlara yol açıyor. Yüksek dozda kullanılması halinde ise ölüme neden oluyor. Acılı bir annenin eleştirilerini duymamak için böyle bir yönteme başvurmak ise ancak komünist ahlakın hala hüküm sürdüğü bir ülkede olabilir. Fakat işin daha ilginci ise hükümete çok şiddetli eleştiriler dile getiren bu bayanın iğneden ve hükümet yetkilileri tarafından bulunduğu yerden uzaklaştırıldıktan sonra ifadelerini bir anda değiştirmesiydi. Bu da yeni KGB oyunu şeklinde yorumlandı ve bu ifade değişikliğinin hangi koşullarda gerçekleştiği akıllara takılan bir soru olarak kaldı.
Komünist Çin Yönetiminin Vahşet Geleneği Devam Ediyor
Rusya'da yaşananların bir benzeri de yıllardan bu yana Çin'de yaşanmaktadır. Özellikle de Mao Tse Tung'un iktidara gelmesiyle birlikte Çin halkı için çok büyük zulümlerle dolu bir dönem başlamıştır. Mao önderliğindeki komünistler uzun süren bir iç savaş sonucunda 1949 yılında iktidara geldiler. Mao bu tarihten 1976 yılına kadar çok baskıcı ve kanlı bir yönetim kurdu.
Çin'de de aynı Rusya'da olduğu gibi kendilerini yoksulların kurtarıcıları gibi gösteren komünist dikta yönetimi, halkın tarlalarına, hayvanlarına, ürünlerine ve tüm mülklerine el koydu. Bu arada iktidardakiler ve yandaşları zenginleşirken, halk açlıktan ölüyordu. Denenen tüm reformlar ülkede yaşanan kargaşaları ve kaosu daha da artırdı. Milyonlarca insan bir hiç uğruna hayatını yitirdi. Mao hem kendi halkına ve özellikle de azınlıklara karşı büyük bir soykırım uyguladı. Ülkeyi tamamen dış dünyaya kapatarak, basın-yayın ve haberleşmeyi kendi tekeline aldı. Hükümete ya da rejime yönelik en ufak bir eleştiri idamla sonuçlandı.

"Çin komünizminin temeli Darwin'in evrim teorisine dayanır" demişti. Gerçekten de Mao dönemindeki Çin, Darwinizm'in "yaşam mücadelesi" tezine uygun olarak, zayıfların ve masumlarının kanının akıtıldığı bir vahşet ortamına dönüştü.
Yine aynı Rusya'da olduğu gibi azınlıkların kendi dinlerinin gerektirdiklerini yapmaları tamamen yasaklandı. Din adamları korkunç işkencelere maruz kaldılar, camiler ve ibadethaneler kapatıldı. Dinin anlatılması tamamen yasaklandı. Okullarda sadece Mao'nun sapkın felsefesinin anlatıldığı Kızıl Kitap okunuyor, materyalizm aşılanıyordu. Komünist sistemin menfaati için her türlü ahlaksızlığın yapılabileceği telkini veriliyor, aile kurumunun ise devletin bekaasını olumsuz yönde etkileyeceği öğretiliyordu. Bunun sonucunda milyonlarca aile dağıtıldı, çocuklar kreşlere verildi ve ailelerin senede ancak birkez biraraya gelmelerine izin verildi.
Geçtiğimiz günlerde gazetelere yansıyan bir olay ise Mao döneminden günümüze kadar pek fazla birşeyin değişmediğini gösterdi. Yaklaşık 1 milyar 250 milyon nüfusuyla dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin'de 1970'li yıllardan bu yana uygulamaya konan tek çocuk politikası sonucunda aileler kürtaja zorlanıyordu. Hatta hamile kalarak kuralları ihlal eden kadınlar gözaltı merkezlerinde tutuluyordu. Yabancı kaynaklar ise birden fazla çocuk sahibi olanların dövüldüğü ve evlerin yıkıldığı yönünde haberler alındığını bildiriyorlar. Geçtiğimiz günlerde ise çok vahşi bir olay gerçekleşti. Dördüncü çocuğuna hamile kalan bir kadına çocuğunu öldürmek için ilaç verildi. Ancak buna rağmen çocuk sağlıklı bir şekilde dünyaya geldi. Bunun üzerine aileye çocuğunu hemen hastane çıkışında öldürmesi söylendi. Aile bunu yapamayınca bu kez bebek, devlet görevlileri tarafından boğularak öldürüldü. Çin hükümeti bu vahşi politikayı desteklemiyor gibi gözükse de, bunların hükümet eliyle yapıldığı artık herkes tarafından biliniyor. Yani Çin'de hakim olan komünist ahlak daha kundaktaki bir bebeği dahi boğarak öldürmeyi meşru gösterecek bir hal almıştır.
Fakat bu yaşananlar hiç kimseyi şaşırtmamalıdır. Bunlar Darwinist ve materyalist hayat anlayışının çok doğal sonuçlarıdır. Manevi değerlerin hiçe sayıldığı, insanların gelişmiş bir hayvan türü olarak görüldüğü, Allah'a ve ahiretteki hesap gününe inanılmadığı bir devlet anlayışında, halk her an zulüm, eziyet, çile, zorluk içinde olacaktır ve her an dehşet ve korku yaşayacaktır. Rusya'da ve Çin'de yaşananlar bunun çok açık ve hala güncel örnekleridir.
Darwinizm'in ne kadar büyük bir bela ve tehlike olduğunu göremeyenler veya görmezlikten gelenler, 20.yüzyılı ve günümüzde gelişen bazı olayları bu yönleriyle düşünerek, gerçekleri kabullenmeye başlamalıdırlar. Kötülüklerin, zulmün ve acımasızlığın kökeni kurutulmadan, belalar ve acılar son bulamaz.

ÇEÇENİSTAN'DA YAŞANAN VAHŞETE ARTIK DUR DENMELİ!


Ağustos 2000
Soğuk Savaş'ın son bulmasının ardından oluşan yeni dünya düzeninde Türkiye kendine çok güçlü bir yer edinmeyi hedeflemişti. Özellikle de SSCB'nin dağılmasıyla birlikte Kafkasya ve Orta Asya'da şekillenen yeni yapılanma içinde Türkiye daha etkin bir konuma yerleşecek, ekonomik ve politik anlamda lider bir ülke konumuna gelecekti. Çünkü bağımsızlıklarını birer birer ilan eden bu cumhuriyetlerle Türkiye arasında hem din, hem dil, hem kültür, hem de tarihi açıdan çok güçlü bağlar bulunmaktaydı. Buna göre Türkiye ile bu ülkeler arasında bir bütünleşme olacak ve Türkiye bu yakınlaşmanın sonucunda çok büyük kazanımlar elde edecekti.
Ancak beklenen bütünleşme ve yakınlaşma ne yazık ki geride kalan on küsur yıl içinde sağlanamadı. Türkiye pek çok alanda hedeflediği bütünleşmeyi gerçekleştiremedi. Çünkü Orta Asya ve Kafkasya başka bir ülke için de çok büyük bir önem teşkil ediyordu ve özellikle Kafkasya bu ülkenin pek çok açıdan hayat damarıydı. Bu ülke Rusya'ydı ve Rusya'nın Kafkasya'yı tamamen "başıboş" ve aynı zamanda da Türkiye'nin eline bırakmaya hiç niyeti yoktu. Sovyetler Birliği'nin dağılmasından sonra eski Sovyet coğrafyasındaki pek çok ülkede bu sancılı dönem yaşandı ve yaşanmaya da devam ediyor. Kazakistan'da, Türkmenistan'da, Azerbeycan'da, Özbekistan'da, Kırgızistan'da ve Dağıstan'da Rusya'nın yayılmacı politikasının etkileri asla silinmedi. Çünkü Rusya o ülkeleri hala kendi boyunduruğu altında ve kendi hayat sahası olarak görüyor ve görmeye de devam edecek.
Bu ülkelerden özellikle bir tanesi var ki 400 yıldır Ruslarla bağımsızlığı uğruna yaptığı mücadeleden asla vazgeçmedi ve özgürlüğü için canı pahasına mücadele etti. Bu ülke tarihe cesurluğuyla, gözü karalığıyla ve bağımsızlığına düşkünlüğüyle geçen Çeçenistan'dır.
Çeçenistan Rusya için diğer Kafkasya cumhuriyetlerinden çok daha büyük önem taşımaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere sözkonusu bölgedeki yüksek rezervli doğal kaynaklardır. Sovyetler Birliği, Soğuk Savaş döneminde ihtiyacı olan tüm hammaddeleri bu ülkelerden çok ucuz fiyata alıp kendi ihtiyacı için kullanıyordu. Hatta bu hammaddeleri işledikten sonra, aldığı ülkelere geri satıyordu. Böylece bu ülkeleri siyasi bağımlılığın yanında, ekonomik olarak da kendine bağımlı hale getiriyordu. Ancak SSCB'nin dağılmasından sonra kendisi için büyük bir hammadde kaynağı olan bu cumhuriyetlerin birer birer bağımsızlıklarını ilan etmesi, Rusya'yı da büyük bir çıkmaza soktu. İşte Hazar ve Kazak petrolleri üzerinde bu kadar oyun oynanmasının ve Rusya'nın bu kaynaklar üzerinde bu kadar hak iddia etmesinin nedeni bu hammadde ihtiyacıdır.
Yukarıda bahsettiğimiz ekonomik etkinin yanı sıra, Rusya'nın yüzyıllardır devam eden "yayılmacı politikası" da Orta Asya ve Kafkasya'da yaşanan karışıklıkların bir başka önemli nedenini oluşturmaktadır. SSCB'nin dağılmasından sonra kısa süreli bir bocalama dönemi geçiren Moskova, hemen toparlanmış ve bağımsızlığını ilan eden yeni cumhuriyetler üzerinde yeniden hakimiyet kurmak için çok yönlü girişimlerde bulunmuştur. Aslında Rusya'nın şu an bu cumhuriyetler üzerinde oynadığı oyunlar, Boris Yeltsin'in 1993 yılında yaptığı bir konuşmayla da ilk sinyallerini vermiştir. Yeltsin yaptığı bir açıklamada, "yitirdiği mevzileri yeniden ele geçirerek Rusya'nın süper güç niteliğini yeniden kazanacağını" ifade etmiştir.
Yani Rusya bu ülkelerin bağımsızlıklarını ilan etmelerini, özgürlüklerine kavuşup, kendi ayakları üzerinde duracak hale gelmelerini kabul edememekte, bu bölgeleri yeniden ele geçirilmesi gereken mevziler olarak görmektedir. Kazakistan'da, Azerbaycan'da, Dağıstan'da, Ermenistan'da ve Gürcistan'da yaşananlar da bu yayılmacı politikanın hayata geçirilmesinden başka bir şey değildir. Çeçenistan da bu yayılmacı politikanın hedefi olan ve bu nedenle de çok büyük zulümlere maruz kalan ülkelerden bir tanesidir.
Çeçenlerin Mücadele İle Geçen Şerefli Tarihi
Çeçenistan'da yaşananlar hakkında hepimiz bugüne kadar çok şey duymuş, çok şey okumuş olabiliriz. Ancak orada olanları anlayabilmek için son birkaç yıldır yaşananlar hakkında bilgi sahibi olmak yetmez. Çünkü Çeçen halkının bu şerefli mücadelesi bundan çok uzun yıllar önce başlamıştır ve çok kısa aralıklı kesintilerle yıllardan bu yana devam etmektedir. Ve bu mücadelenin temelinde belki de dünyanın en cesur halkı sayılabilecek bu halkın yazdığı bir destan yatmaktadır. Tüm dünyanın cesaret ve bağımsızlığa olan düşkünlüklerini kendilerine örnek aldıkları Çeçen halkının bu güçlü karakterini anlamak için tarihleri hakkında da kısa bir bilgi sahibi olmak gerekir.
Son 10 yıldır dünyanın gündeminden bir türlü düşmeyen Çeçenistan aslında çok küçük bir ülke. Yüzölçümü sadece 16 bin kilometrekare. Doğuda Dağıstan, güneyde Gürcistan, batıda ise İnguşetya'yla komşu... Şu an Rusya Federasyonu içerisinde Çeçenistan ile aynı durumda olan 19 özerk cumhuriyet daha var. Bu cumhuriyetler Rusya'nın genel topraklarının yüzde 28'i kadar bir yüzölçümüne sahipler. Rusya ise bu cumhuriyetler üzerinde hala çok büyük bir etkiye sahip ve bu etkinin hiçbir şekilde zarar görmesini istemiyor. Çeçenistan'ı kaybetmek ise bu ülkeler üzerinde nüfuzunun kırılması ve bağımsızlığa düşkün Çeçen halkının diğer ülkelere bir örnek teşkil etmesiyle sonuçlanacak. Zira toplam nüfusları ancak Kızıl Ordu'nun asker sayısına ulaşabilen 16 bin kilometrekarelik Çeçenlerin 16 milyon kilometrekarelik Rusları hezimete uğratması, diğer Kafkas cumhuriyetleri ve özerk cumhuriyetlerde de bağımsızlığın fitilini ateşleyebilir. Kağıt üzerindeki bu abartılı dengesizlik ilk bakışta herşeyi Rusların lehine gibi göstermesine rağmen, tarihinin hiçbir döneminde, hiçbir kayıt ve şartla dahi olsa Çeçenler Ruslara boyun eğmemiştir ve eğmeye de hiç niyetleri yoktur. İşte bu korku, Rusların "Çeçensiz bir Çeçenistan" özlemini doğurmaktadır. Çünkü Kafkaslar'daki bağımsızlık hareketini canlandırabilecek tek ülke Çeçenistan, tek halk da Çeçenlerdir.
Yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü 1991 yılında bağımsızlığını ilan eden Çeçenya, Rusya için tüm bir Kafkasya anlamına gelmektedir. İmam Mansur'un 1780'li yıllarda başlattığı tüm Kafkasları tek bir çatı altında toplamayı hedefleyen Birleşik Kafkasya fikri, Rusların korkulu rüyasıdır. Çeçenya'nın bağımsızlığı, bir anlamda Birleşik Kafkasya ideali için ilk ve en önemli adımdır. Çeçenlerin diğer cumhuriyetler üzerindeki bu etkisinin bilincinde olan Rusya'nın bu ülkenin üzerine bu kadar gitmesinin önemli nedenlerinden biri de işte bu korkudur. Rusya, Çeçenleri tek bir kişi kalmadan yok ederek, öncelikle Kafkasya'yı sonra da milyonlarca kilometrekarelik topraklarını garanti altına almaya çalışıyor. Fakat ne Ruslar ne de diğer ülkeler Çeçenistan'ın bu kadar güçlü bir direniş göstereceğini ve bağımsızlıklarına bu kadar düşkün olduklarını tahmin ediyorlardı. Çeçenler bağımsızlık uğruna herşeyi göze almış durumdalar ve bu kararlarından da kolay kolay döneceğe benzemiyorlar.
Rusya, özellikle 1990'lı yılların başından itibaren Çeçenistan'da çok büyük hukuksuzluklara imza attı. Gerektiğinde çok çabuk bir şekilde tek vücut olabilen Çeçenleri silahla yok edemeyeceğini düşündüğü için, içlerinden çökertme yoluna başvurdu ve bunun için çok farklı yollar denedi. Seçimlere müdahale ederek kargaşa çıkarmaya çalışmaktan vaatlerle devlet adamlarını satın almaya, adam kaçırma ve terör hadiselerinden kendi yanlısı olan din adamlarını kullanarak dini ayrılıklar oluşturmaya, ayrıca ekonomik ve siyasi baskılara kadar türlü yöntemlerle Çeçenistan'da kaos çıkarmaya, halktaki güçlü birliği bozmaya çalıştı. Ancak bu girişimlerinden   beklediği başarıyı elde edemedi. Bunun yanı sıra dünyanın olan bitenlere göz yumması ve hiçbir şekilde müdahalede bulunmaması Rusya'yı daha da cesaretlendirdi, zulmüne devam etmesine fırsat tanıdı.
Rusya'nın Çeçenistan'ı 1991 yılındaki fiili işgali, merhum Cahar Dudayev tarafından bertaraf edilmesine rağmen, 1994 Kasımı'ndaki ciddi tacizler aynı yılın 11 Aralık'ında fiili bir savaşa dönüştü. 100 binin üzerinde Çeçen bu savaşta hayatını kaybederken, 10 binlerce insan göç etmek zorunda kaldı. Çeçenya, tarihi ve ekonomik yüzlerce kaynağını bu savaşta yitirdi. Rusya Çeçenistan'ı "iç meselesi" olarak dünya kamuoyuna lanse ederken, dış dünyadan ciddi bir tepki görmedi. Tüm Çeçenya'da her metrekareye tonlarca bomba düştü. Tıpkı bugün de olduğu gibi kullanılması yasak olan kimyasal silahlarla insanlar dünya tarihinde eşi görülmemiş bir soykırıma tabi tutuldu. Ancak tüm bu zorluklara rağmen 1996 Ağustos ayına gelindiğinde hiçbir şekilde yılmamış ve kendi toprakları için herşeyleriyle mücadele eden Çeçenlere karşı Ruslar yenilgiyi kabullenmek durumunda kaldılar. 1996 Ağustos'unda ve 1997 Mayıs'ında en üst düzeyde imzalanan anlaşmalarla Çeçenistan'ı ayrı bir devlet olarak kabul etmek durumunda kalan Rusya, 2001 yılının sonuna kadar bu durumu benimsemiş gözüktü. Çeçenistan'ın Ruslar karşısında elde ettiği bu müthiş başarı ve hiçbir zorluk karşısında yılmayan bağımsızlık mücadelesi diğer cumhuriyetleri de çok derinden etkiledi. 1998 yılında Çeçenistan'ın başkenti Grozni'de Kuzey Kafkas halklarının öncülüğünde "Kuzey Kafkasya Halkları Şurası" toplandı. Bu buluşma sonrasında Kuzey Kafkasya halkları arasında çatışma çıkmaması ve olası bir Rus saldırısına karşı birbirlerine destek konusunda tüm katılımcı ülkelerce fikir birliğine varıldı. İşte bu birlik Rusya'nın yıllardır içinde yaşattığı büyük korkunun yavaş yavaş hayata geçirilmesi demekti.
Bir yıla yakın bir süredir devam eden savaş da bu kararlarla ve oluşmaya başlayan birlikle doğrudan ilgili. Çatışma, Rusların 1999 yılının ilk aylarında Dağıstan'daki bazı köyleri kuşatarak bombardımana tutmasıyla başladı. Toplam 1500 kişilik nüfusu olan bu köyler kendilerine bir önder olarak gördükleri Çeçenistan'dan yardım istediler. Ruslara karşı yaptığı cesur mücadele ile bir kahraman haline gelen Çeçen gazisi Şamil Basayev, 1999 yılının yaz aylarında Rus zulmünden kurtulmak için kendilerinden yardım isteyen Dağıstan halkına yardıma başladı. Bombardıman altında kalan köylerden sadece iki kişi kurtuldu. Bu köylerde çok büyük bir katliam yaşanmış ve masum insanlar sebepsiz yere vahşice öldürülmüştü. İşte Rusya ile Çeçenistan arasındaki yeni savaş bu şekilde başladı. Kamuoyunda oluşturulmak istenen nedenler gerçekleri yansıtmıyordu. Ortada herhangi bir terörist faaliyet ya da ayrılıkçı teröristler yoktu. Çeçenler, nüfusunun % 80'i Müslümanlardan oluşan Dağıstan halkına insani bir yardımda bulunmuş ve Rusları karşılarına almayı göze almışlardı.
İşte Çeçenlerin diğer cumhuriyetler üzerindeki bu lider konumu, çatışmalar başladığı günden itibaren herkesin sorduğu: "Çeçenistan Rusya için neden bu kadar büyük bir önem taşıyor?" sorusunun da bir anlamda cevabı oluyordu. Çeçenistan'ın bağımsızlığına olan düşkünlüğü ve bu uğurda yaptığı cesur mücadele, diğer bağımsız cumhuriyetler için çok büyük bir örnek teşkil etmektedir. Rusya Federasyonunun içindeki cumhuriyetlerin en önemli özellikleri ise birbirleriyle çok büyük bir etkileşim içinde olmaları ve bir ülkede yaşanan değişikliğin diğer ülkeleri de çok çabuk etkisi altına almasıydı. İşte bu nedenle Çeçenistan'ın bağımsızlığının aynı bir domino taşı gibi birbiri ardına diğer ülkeler üzerinde bir etki oluşturması, Rusya'da çok büyük bir tedirginlik meydana getirmektedir.
Rusların Kafkas Halkına Karşı Uyguladığı Böl-Yönet Politikası
Savaşın bu kadar şiddetli geçmesi ve Çeçenlerin bağımsızlık uğruna herşeyi göze almalarının altında yatan en önemli neden, Çeçenlerle Rusların din, dil, kültür ve ırk olarak hiçbir ortak özelliklerinin olmamaları. Çeçenler hiçbir yakınlık duymadıkları Rusların himayesinde yaşamayı 1918 yılından beri reddediyor ve bu uğurda mücadele veriyorlar. Çünkü Çeçenistan bu tarihten SSCB'nin çöküşüne kadar Sovyet Rusya'nın hakimiyeti altında kaldı ve bu dönem içinde çok büyük zulümler gördü. Ruslar, Kafkas halkları arasındaki bütünlüğü ortadan kaldırmak, milliyetçilik duygusunu ve dini inançları yok etmek ve doğup büyüdükleri topraklarına olan bağlılıklarını tamamen ortadan kaldırmak için bu ülkeler üzerinde çok vahşi bir politika uyguladı. Buna göre kardeş ülkelerin toprakları birbirlerinden suni sınırlarla ayrılmış, bazı halklar başka ülkelere göçe zorlanmış, bazıları ise zorla evlerinden çıkarılıp yerlerine yeni topluluklar yerleştirilmiştir. Bunun en önemli nedeni bu topraklarda karışıklık ve kaos çıkarmak, kardeş halklar arasında düşmanlık yaratmak ve insanların ortak kültürlerini tamamen ortadan kaldırmaktır. Bu "böl-yönet" politikasında da Rusya kısmen başarılı oldu. Bugün Kafkasya'da yaşanan anlaşmazlıkların kökeninde o tarihlerden günümüze gelen anlaşmazlıklar yatıyor.
Çeçenistan'ın Bağımsızlık Özlemi
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından bu birliği oluşturan etnik grupların birçoğu bağımsızlıklarını ilan etti. Bazıları ise Rusya topluluğu içinde kalarak, ekonomik ilişkilerinde bağımsızlaşma yoluna gitti. Yıllar süren komünist Rus yönetimi altında çok büyük baskılar gören bir milyon nüfusa sahip Çeçenler ise Cahar Dudayev önderliğinde bağımsızlık savaşına başladılar. Komünist yönetimin altında yaşadıkları baskı ve şiddet dolu yılların ardından Çeçenlerin en büyük özlemi, ibadetlerini rahatça yapabilecekleri, özgür ve bağımsız bir ülke kurmaktı. Ruslarla yaşanan 18 aylık şiddetli savaştan sonra kahraman Çeçenler 1996 yılında Rus ordularının çekilmesiyle bağımsızlığını ilan etti. Devlet Başkanı Aslan Mashadov ile Yeltsin arasında imzalanan anlaşmalarda açıkça Çeçenistan İçkeriya Cumhuriyeti ifadeleri yer aldı. Bu, Çeçenistan için büyük bir başarıydı. Fakat Çeçenistan'ın nihai statüsü, 2001 yılında Moskova'yla Grozni arasında yeniden görüşülmek üzere rafa kaldırıldı. Ruslar için Çeçenistan konusu henüz kapanmamıştı. Çatışmalar daha küçük çaplı olsa da devam etti, fakat savaş hali sona ermişti.
Yıllardır süren bu savaşın Rusya açısından çok önemli politik iç ve dış- ve ekonomik yönleri bulunmaktadır. Son dönemlerde Rusya gerek ekonomik açıdan, gerekse politik açıdan çok sıkıntılı bir dönem yaşamakta, Rus halkı yönetime karşı çok büyük bir güvensizlik duymaktaydı. Vaat edilen ekonomik refaha ulaşılamamış, ülkedeki dejenerasyon süreci çok büyük bir hız kazanmış, mafya Rusya'da çok büyük bir güç elde etmiş ve uluslararası platformda Rusya çok büyük bir güç kaybına uğramıştır. İşte bu nedenle Rusya Çeçenistan'ı halkın güvenini yeniden kazanmak için bir kurtarıcı olarak gördü. Böylece eski dikta anlayışı tekrar hortlatılacak, milliyetçi söylemlerle halkın gözü boyanacak, ekonomik ve politik açmazları görmemeleri için Çeçenistan savaşı halka göz boyayıcı bir destan gibi sunulacaktı. Ve bunda da kısmen başarılı oldular. Yapılan seçimlerde halk savaşın başındaki Başbakan Putin'e olan güvenini açıkça gösterdi. Böylece Yeltsin'den sonraki politikanın ana hatları da çizilmiş oluyordu. Savaşın şiddeti giderek artacak, önümüzdeki aylarda gerçekleşecek olan seçimlere kadar da bu şekilde devam edecekti. Ve böyle de oldu. Bombardıman hiç hızını kesmeden   ve yaşlı, kadın,çocuk demeden devam ediyor. Ruslar 2 Ekim 1999 tarihinde girdikleri Çeçenistan topraklarında önlerine çıkanları kadın, çocuk ya da yaşlı demeden tüm insanları acımasızca katlediyor. Aylardan beri sivil hedefler kesintisiz bombardımana tutuluyor. Halkın direnişini kırmak için de özellikle hastaneler, doğumevleri, çarşılar, mülteci konvoyları hedef olarak seçiliyor. Son günlerde gelen haberlere göre de Ruslar Çeçenlere karşı kimyasal bombalar, scud ve napalm füzeleri kullanıyorlar. Bunun yanı sıra Ruslar birçok Çeçen köyünün kullandığı Argun nehrine zehir kattı. Zehirli sudan içen kadın ve çocuklardan büyük çoğunluğu ölürken, yüzlercesi de hastane kapısında ölümü bekliyor. Suların zehirlenmesi nedeniyle içecek ve kullanılacak su bulamayan sivil halk çok zor günler geçiriyor.
Mültecilerin durumu da endişe verici boyutlarda. Mülteci bölgelerinde yapılan incelemeler insan hakları ihlallerinin çok büyük boyutlarda olduğunu gösteriyor. Savaştan kaçan Çeçen mültecilerin iki yüz elli bini İnguşetya'da, diğerleri de komşu bölgelerde korunmaya devam ediyor. Bu savaşlar esnasında Çeçenistan, nüfusunun dörtte üçünü kaybetti. Mülteciler altı ayı aşan savaşı da protesto ediyor. Bir kısmıysa Çeçenistan'a geri dönmek için sınırda kuyruklar oluşturuyor. Savaş Çeçenistan'ın güneyinde dağlarda sürüyor. Çeçenler Rus askerlerini rehin alıyor, Rusya'ysa ölen Çeçen savaşçılarını dünyaya açıklıyor. Rusya operasyon için şimdiye kadar 385 milyon dolar harcadığını açıkladı. Çeçenler geçen yıl Eylül ayından bu yılın 25 Temmuz tarihine kadar 21 bin Rus askerinin öldürüldüğünü bildirdi. Ruslar ise bu sayının 2.500 olduğunu söylüyorlar. Aynı tarihler arasında 1.460 Çeçen askerin öldüğünü bildiren Çeçenler, 45 bin sivilin öldüğünü söylüyorlar. Rusya'nın planı ise 2000 yılının Kasım ayına kadar kendileriyle mücadele eden tüm Çeçen savaşçıları yok etmek.
Rusların Yeni Oyunu: Moskova'da Patlayan Bombalar
Çeçenistan'da sivillere karşı yürüttüğü savaş Rus hükümetini her açıdan çok zor duruma sokuyor. Halk bu savaşı desteklemiyor, çünkü ölen Rus askerlerinin boşu boşuna öldüklerini düşünüyor. Bu savaş ekonomik olarak da Rusya'yı çok zor bir duruma sokuyor ve Rusya bu savaşın gerekçelerini dış dünyaya açıklamakta çok zorlanıyor. Ve nasıl oluyorsa, tam sıkıştığı bu dönemlerde Rus hükümetini rahatlatacak bir bomba Moskova'da sivillerin yaşadığı bölgelerde patlıyor. Ve ortada hiçbir delil bulunmamasına rağmen tüm patlamalar Çeçenlerin üstüne kalıyor. Bombaların ardından "Terörist Çeçenler" sloganları Rusya semalarında işitilmeye başlanıyor. Rus basını da hiç bir kanıt ya da kaynak göstermeden sert bir dille Çeçenlere saldırıyor. Oysa Çeçen Devlet Başkanı Aslan Mashadov olayların en başından itibaren "Ne Çeçen savaşçıların, ne istihbarat servislerinin ne de liderlerinin bu patlamalarla en ufak bir ilgisi vardır" diyerek ölenlere başsağlığı diledi.
Halka yönelik gerçekleştirilen bu bombalar sayesinde Rus hükümeti Çeçenistan'a karşı yürüttüğü savaşı daha da şiddetlendirme hakkı kazanıyor. İşte bu nedenlerden ötürü artık şüphe götürmeyen gerçek bu bombalama olaylarının Rus gizli servisinin bir işi olduğu. Özellikle de saldırıların gerçek sorumlularının hiç bir zaman bulunmaması ise bu düşünceyi daha da güçlendiriyor. Yani Rus hükümeti sivillere yönelik sürdürdüğü savaşı meşru gösterebilmek için kendi halkını bombalamaktan çekinmiyor. Üstelik bu bombalardan günümüze kadar 300'e yakın sivil öldü.
Ruslar, Çeçenistan'da yaptıkları savaşı meşrulaştırmak için her zaman için Çeçenleri ayrılıkçı teröristler olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Oysa asıl teröristlerin Ruslar olduğu çok açıktır ve sivillere yönelik yapılan insanlık dışı olaylar bu terörizmi delillendirmeye yeterlidir. Ayrıca tarihçilerin kayıtlarına göre Çeçenler bölgenin yerli halklarıdırlar. Ruslar ise bölgeye 1700'lü yıllardan itibaren, istilacı olarak gelmeye başlamışlardır. Ayrıca saldıran taraf her zaman için Çeçenler değil Ruslar olmuştur. Bunun yanısıra savaş her zaman için Çeçen topraklarında olmuştur. Yani saldırı altında olan Ruslar değil, Çeçen sivillerdir. Yurtlarından sürülmek istenen, zulüm görenler Çeçenlerdir.
Yardım İçin Hala Geç Değil
Ne yazık ki Çeçenistan'da yaşanan insanlık dramı tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşiyor ve bu zulme kimse dur demiyor. Orada yaşananları ayrılıkçı terörist saldırıları olarak göstermeye çalışanlar ise çok büyük bir soykırıma bir nevi ortaklık yapmış oluyorlar. İşte bu noktada Orta Asya'da lider ülke olma hedefindeki Türk hükümetine de çok büyük bir sorumluluk düşüyor. Hiç şüphesiz Çeçenistan'da yaşananlara dur demek için bir adımın atılması, Kafkas cumhuriyetleri üzerinde de çok büyük bir etki yapacaktır. Yaşananları görmezden gelmenin liderlik hedefinde olan bir ülkeye çok şey kaybettireceği ise açıktır. Bu nedenle "artık çok geç!" demeden zulme uğrayan insanlara yardım eli uzatılmalı, tüm dünya ülkelerini de harekete geçirmek için bir girişimde bulunulmalıdır. Türkiye'nin dış güçler tarafından kendine verilecek sınırlı bir ilgi alanına değil, gerçek bir Türk Birliği'ne ulaşmak için önünde çok büyük bir fırsat bulunmaktadır. Çünkü Türkiye'nin çağdaş, demokrat ve barışçı kimliği buna imkan tanımaktadır. Milli ve dini kimliklerin önem kazandığı bir dünyada "Türk-İslam medeniyeti" ancak bu bilinçle hareket edildiği zaman etkin olacaktır.