26 Nisan 2010 Pazartesi

KAFKASYA VE BALKANLAR - Batı, 'Ortodoks' Cephesini neden kolluyor?


MAYIS 1994
Dünyanın bir "medeniyetler çatışması"na doğru sürüklendiğine yönelik kehanetlerin yapıldığı şu içinde bulunduğumuz dönemde, son birkaç yıldır dikkat çeken bir gelişme var. İslam dünyasının yanıbaşındaki bir "medeniyet", hırçınlaşmaya, saldırganlaşmaya ve düşmanlaşmaya başlıyor. Rusya, Sırbistan, Yunanistan, Ermenistan gibi ülkeler, sıkça kullanılan deyimle bir "Ortodoks Cephesi" kurma yolunda hızla ilerliyorlar. Cephe'nin kendine seçtiği bir numaralı düşman ise, Sırbistan ve Ermenistan örneklerinde açıkça gördüğümüz gibi, İslam ve Müslümanlar.
Böyle bir oluşumun varlığını artık bilmeyen ve kabul etmeyen kalmamıştır. Zaten "Cephe"nin önde gelen sözcüleri de, sıkça yayılmacı ve saldırgan amaçlarını açıkça dile getirmekte, İslam'ı da en büyük düşman olarak gördüklerini ilan etmektedirler. Sırpların, ünlü "od yadrana do İrana neçe biti Muslimana" (Adriyatik'ten İran'a Müslüman kalmayacak) sloganı, Ortodoks Cephesi'nin hedefinin, en özlü ve açık ve ifadesidir.
Dolayısıyla, "Ortodoks Cephesi"nin Müslümanlara bakış açısı konusunda tartışılacak bir şey yoktur; Cephe'nin çizgisi bellidir.
Ama asıl üzerinde durulması gereken nokta, sanırız, Batı'nın Cephe ile olan ilişkisidir. Burada bu ilişki hakkındaki bazı önemli noktalara değinmeye çalışacağız. Özellikle de, Batı'nın, Cephe'nin tartışmasız lideri ve en önemli gücü konumundaki Rusya ile olan ilişkilerine...
Batı'nın, özellikle de Amerika'nın Rusya politikası, son dönemlerde Türkiye'de de endişe ile izleniyor. Bazı siyasi gözlemciler, ABD'nin Rusya'ya karşı gereksiz bir müsamaha gösterdiğini söylüyorlar. Sırf Yeltsin'i -yani kapitalizmi ve dolayısıyla kendi ekonomik çıkarlarını- korumak amacıyla, Rusya'nın yayılmacı amaçlarına prim verdiğini belirtiyorlar. Amerika'nın ekonomik çıkarlarını düşünürken, gittikçe gelişen siyasi tehlikeyi görmediğini öne sürüp, Amerikalı stratejistleri "basiretsizlik"le suçluyorlar.
Acaba resmi çevrelerde de yaygın olan bu bakış açısı doğru mu? Amerika, "basiretsizlik" yaptığı, Rus yayılmacılığının tehlikesini tam olarak kavrayamadığı için mi böyle davranıyor?
Yoksa, acaba bu yorumları yapanlar mı, Amerika'nın ne yapmaya çalıştığını kavrayamamış durumdalar?...
Batı ve "Ortodoks Kartı"
Öncelikle, Amerikalı stratejistlerin "basiretsizlik" içinde oldukları iddiası pek inandırıcı gözükmemektedir. Amerikan politika üretme sistemi o denli gelişmiştir ki, bizim siyasi gözlemcilerimizin gördüğü "tehlike"nin, Amerikalıların gözünden kaçtığını düşünmek, kuşkusuz büyük bir saflık olacaktır.
Görünen, ABD'nin Rus yayılmacılığını bilinçli bir biçimde desteklediğidir. Bunun en basit ve açık bir ifadesi olarak, Clinton'ın Ocak ayında Moskova'ya yaptığı bir ziyaret sonrasında, bir gazetecinin Rus yayılmacılığı ile ilgili sorusuna verdiği cevap gösterilebilir. ABD Başkanı, "Rus emperyalizmi" ile ilgili soruyu, "Rusya'nın da kendi bölgesinde bir tür Monroe Doktrini uygulamasına anlayışla bakmak gerekir" diye cevaplamıştır.
Bilindiği gibi, Monroe Doktrini, Güney Amerika'nın ABD'nin koruması (hakimiyeti) altına alınmasını öngörüyordu. Clinton'ın Rusya'ya da bir "Monroe Doktirini" hediye etmesinin tek açıklaması ise, ABD'nin; Orta Asya, Kafkaslar ve Balkanlar gibi bölgelerin, Rus (Ortodoks) koruması, yani hakimiyeti altına girmesini istediğidir.
Amerika'nın bölgede kendisine müttefik olarak Rusya'yı seçtiği pek çok gelişmeden anlaşılmaktadır. ABD'nin "21. yüzyılın en stratejik konularından biri" sayılan Kazakistan petrollerinin, Türkiye yerine Rusya üzerinden taşınmasını sağlaması, Rusya'nın AKKA anlaşmasını delerek silah artırımına gitmesine ses çıkarmaması bunun en açık örnekleridir. Batı'nın, yalnızca Rusya'yı desteklemekle kalmayıp, daha geniş bir biçimde "Ortodoks Kartı"nı oynadığının diğer örnekleri, Sırp ve Ermeni terörüne örtülü destek verilmesinde, Kıbrıs'ta Rum tarafının açıkça tutulmasında, ve de en son olarak Patrikhane'ye arka çıkılmasında görülebilir.
Peki Amerika'nın, Rusya'ya ve Ortodoks Cephesi'ne arka çıkmaktaki hesabı nedir?...
Kissinger Politikaları...
Amerika'nın bu konudaki hesabının ne olduğu, çok önemli bir isim olduğu kuşku götürmeyen Henry Kissinger'ın bundan iki yıl önceki bir açıklamasından anlaşılabilir. Dışişleri eski bakanı Kissinger, bilindiği gibi, Amerikan politikasının en güçlü isimlerinden biridir ve aktif politika içinde olmasa da, büyük nüfuzu, "think-tank"lerdeki belirgin etkisi ve hükümetteki "adamları" sayesinde hala çok önemli bir güce sahiptir.
Kissinger'ın, ABD'nin Rusya politikasıyla ilgili yorumu ise, "anti-İslam" çizgiler içermektedir. Kissinger'ın açıklamasıyla ilgili gazete haberi şöyledir:
"Orta Asya konusunda ABD ile Rusya Federasyonu'nun çıkarlarının uyuştuğunu ileri süren Kissinger, Orta Asya'da İslami radikalizmin yayılması halinde bunun Ortadoğu'yu da etkileyeceğini söyledi. Kissinger, İslami radikalizmin 'en şiddetli biçimde' Rus çıkarlarına da aykırı olduğunu, dolayısıyla Washington'ın Moskova ile işbirliği yapabileceğini söyledi."
Yani Kissinger, Rusya'yı bölgede ABD'nin müttefiki olarak görmekte, "ortak düşman" olarak da İslam'ı belirlemektedir.
Kissinger'ın sözünü ettiği bu ittifakın gerçekten oluşturulduğunu, Rusya tarafından gelen açıklamalar da doğrulamaktadır. Yeltsin'in danışmanı Andranik Migranyan, Nezvisiyama Gazeta'da 18 Ocak 94'te yayınlanan "Rusya ve Yakın Sınır Ötesi" başlıklı makalesinde, Rusya'nın kendisine biçilen "anti-İslam" misyonu yerine getirmeye hazır olduğunu duyurmaktadır:
... Milli ve dini bağnazlık çizgisinde bulunan ve otoriter devlet yönetimleri benimseyen Türkiye ve İran, Kafkasya'daki Hıristiyan halklar şöyle dursun, Müslüman halklara bile asgari haklar sağlayamazlar... Laik ve bölgesel federasyon ilkelerine göre kurulacak halk ve din gruplarını koruyabilecek yegane devlet Rusya'dır....
... Kafkasya'nın (BDT'den) kopması, İslam hegemonyasının Orta Asya ve Kazakistan'a kolayca girmesine ve Müslümanların yaşadığı Rusya'nın iç bölgelerine ulaşmasına yol açabilir. Bu nedenle Rusya'nın Transkafkasya'da aktif politika izlemesi ve bütün bu bölgenin BDT'nin jeopolitik alanıyla bütünleşmesinin sağlanması, Rusya'nın güvenlik ve istikrarı için öncelikli önem taşımaktadır.
Anlaşılan Kissinger politikaları, ABD yönetiminde kabul görmüş ve Rusya, "İslam tehlikesi"ne karşı bölgede partner olarak seçilmiştir. Rusya ise bu işbirliğine çoktan razıdır. Aynı işbirliği kuşkusuz bölgede Rusya eksenindeki diğer Ortodoks ülkeler için de geçerlidir. Sırpların, "biz zaten Avrupa'nın çıkarına göre hareket ediyor, Avrupa'yı İslam tehlikesinden koruyoruz" şeklindeki sözleri, kuşkusuz ne bir abartma, ne de bir çarpıtmadır.
Ortodoks Cephesi ile İslam'a karşı işbirliği yapma fikrinin mimarı olan Kissinger ve ekibinin, Amerika'da Sırpların en büyük destekçilerinden olması, hatta bu nedenle Kissinger ile Eagleburger ve Scowcroft gibi "sağ kol"larının, Washington kulislerinde "Belgrad Mafyası" olarak anılması da elbette bir rastlantı değildir.
Kissinger ve ekibinin, Ortodoks Cephesi'ne kol-kanat germesinin bir başka örneği ise, "Belgrad Mafyası"nın, bir de "Atina Mafyası"na dönüşmekte olmasıdır. Bunun en açık örneği, Yunan lobisinin İngiliz The Guardian gazetesinin 11 Aralık 1992 tarihli sayısında yayınladığı tam sayfa "açık mektup"ta görülmektedir. "Avrupa Topluluğu'nun Devlet Başkanlarına ve Hükümetlerine" diye başlayan mektupta, Yunan lobisi, paranoid saplantısı haline gelmiş olan "Makedonya'nın Makedonya ismiyle tanınmaması gerektiği, bunun Yunanistan'a ait bir ad olduğu" tezini savunmaktadır. Mektupta, bu konuda çeşitli sözde gerekçeler sayıldıktan sonra, önemli bir isimden, Henry Kissinger'dan şu alıntı yapılmaktadır: "Yunanlıların bu ismin (Makedonya) kullanılmasına karşı çıkması bence yerden göğe haklıdır. Neden mi?... Çünkü ben tarihi biliyorum ve tarih bunu söylüyor."
Kısacası, Batı'nın Ortodoks Cephesi'ne destek olmasının ardında, önemli bir Kissinger politikaları faktörü yatmaktadır.
Yahudi Lobisi Faktörü
Ortodoks Cephe'siyle yakınlaşma politikasının ön safında Kissinger'ın bulunması, doğal olarak akla Yahudi lobisi faktörünü getiriyor. Çünkü kendisi de bir Alman Yahudisi olan Kissinger, her zaman için İsrail çizgisine yakınlığıyla tanınan bir kişi. Zaten genel olarak, Washington'da -tam da Kur'an'ın, Müslümanların en büyük düşman olarak "Yahudiler ve müşrikler"i bulacaklarını bildiren ezeli hükmüne (Maide Suresi, 82) uygun olarak-İslam dünyasına karşı en "şahin" grup Yahudi lobisi olduğundan, ister istemez akla bu ihtimal geliyor. İsrail ve Yahudi lobisinin, Hindistan, Çin, Singapur gibi anti-İslam güçleri desteklemesi, bu "şahin/saldırgan" politikanın örnekleri arasında sayılabilir.
Olayın ardında Yahudi lobisi faktörünün var olduğunu gösteren en önemli belirtiler ise, Ortodoks Cephesi'nin ve bu Cephe'nin liderlerinin kurmuş olduğu bazı ilginç bağlantılardır.
Ortodoks Cephesi'nin Yahudi lobisi ve İsrail bağlantılarının en büyük işareti, kuşkusuz Sırbistan örneğinde görülmektedir. Yahudi lobilerinin ve İsrail'in, Sırp liderler ve Sırp milisleri Çetnikler'le ittifak içinde oldukları bu bağlantıyı gizlemek için yaptıkları tüm propagandaya rağmen artık "çuvala sığmamaktadır". Kissinger aracılığıyla kurulan Sırbistan-İsrail bağlantıları, İsrail'de eğitilen ve aralarından zalimliği ile ünlü Arkan grubunun da bulunduğu 3 bin Çetnik, ya da Miloseviç yönetiminin büyük desteğini alan ve Sırbistan lehine Batı'da lobi yapan Sırp-İsrail Dostluk Derneği, Balkanlar'da çok stratejik bir işbirliği uygulandığını göstermektedir. Miloseviç'i ve Çetnikleri finanse eden iki büyük Yugoslav bankasının da -Yugoskandic Bank ve Dafiment Bank- İsrail bağlantılı ve Yahudi sermayeli olduğunu, Sırp milislerin İsrail yapımı silahlar ve zehirli gazlar kullandığını da hatırladığımızda, Müslümanlara uygulanan vahşetin kökeni daha iyi anlaşılmaktadır. Boşnakları, Sırpların değil, "İzzetbegoviç'in emrindeki köktendincilerin" öldürdüğü şeklindeki iğrenç iftiraların, Mossad ajanı Yossef Bodansky tarafından üretilip-yayılması da bir başka göstergedir.
Bunun yanısıra, "Ortodoks Cephe"sinin ardındaki Yahudi lobisi faktörünü araştırırken, bakılması gereken en önemli yer kuşkusuz Rusya'dır.
Rusya ve Yahudiler...
Cephe'nin lideri olan Rusya'yla, İsrail ve Yahudi lobisi arasındaki örtülü ilişkiler ise oldukça ilginç.
Özellikle sosyalist ekonominin terkedilip, kapitalist sisteme geçilmeye başlanmasıyla birlikte, Rusya'daki Yahudi cemaati, ülke içindeki güç ve etkisini artırdı. Amerika ve İsrail'den sonra dünyadaki en büyük Yahudi nüfusunu oluşturan cemaat, İsrail'in Moskova temsilcisi Arye Levin'in deyimiyle "Moskova sosyetesinin kremasını" oluşturuyor. Cemaat'le yakın ilişkiler geliştiren Rus liderlerinin ilki ise Gorbaçov olmuştu. Gorbaçov, 1989'da Moskova'da bir   B'nai B'rith locasının (uluslararası Siyonist örgüt) açılmasına öncülük etmiş, üstüne üstlük aynı dönemde Amerikan Yahudilerinin en önde gelen isimlerinden Kissinger ve Rockefeller ile yakın ilişkiler kurmuştu. Yahudi sermayesinin hakim olduğu ünlü ekonomik lobi örgütü Trilateral Komisyonu'nun da toplantılarına katılmıştı.
Gorbaçov'un Yahudilerle bağlantısı, görevden ayrıldıktan sonra daha açık hale gelmişti. 92 Haziran'ında İsrail'e dört günlük bir ziyaret yapan eski Sovyet lideri, "Yahudilerin gerçek dostu" olarak ağırlanmış, Türk Yahudilerinin yayın organı olan Şalom gazetesinin verdiği habere göre, "Yahudi devletini kuranları saygıyla anmış ve Golan tepelerindeki Yahudi yerleşim merkezlerinin İsrail için vazgeçilmez olduğunu" vurgulamıştı. İzak Rabin'i Hz. Musa'ya benzeten ve Kutsal takke "kipa"yı giyip Ağlama Duvarı'nı ziyaret eden Gorbaçov, 93'ün Ocak ayında da Latin Amerika Yahudi Kongresi lideri Haham Henry Sobel'den Tevrat rolesi hediyesi almıştı.
Gorbaçov'un İsrail ve Yahudi lobisiyle bu denli içli-dışlı olmasının ardında, SSCB liderinin, İsrail'in yıllardır en çok üzerinde durduğu konulardan biri olan Sovyet Yahudilerinin İsrail'e göçü konusunda büyük kolaylıklar sağlaması sayılabilir. Bunun yanısıra, Orta Asya'da İslam'ın yayılmaması için her türlü gayreti gösteren, ve "ateizm propagandasını hızlandırın" emrini veren SSCB liderinin, Kissinger politikalarına ve daha o dönemlerde de bölgeye "açılma" hesapları yapan İsrail'e çokça yaradığına kuşku yoktur.
Yeltsin, Jirinovski ve Rus Yahudileri...
Gorbaçov'u izleyen dönemde de Rus politikasının zirvesindeki "Yahudi bağlantısı" kesilmedi. Rusya'yı "kapitalist" yapmaya söz veren ve bu misyonu sayesinde tüm anti-demokratik uygulamalarına rağmen Batı'nın desteğini arkasında bulan Yeltsin, bir de "Yahudi lobisi"nin desteğine sahipti. Rus liderinin önderlik ettiği "Demokratik Rusya" hareketinin en büyük finansörü, ülkedeki en zengin kişilerden ve Yahudi cemaatinin önde gelen üyelerinden Mr. Borovoi idi. Yetsin'in Dışişleri Bakanı Andrei Kozirev'in de Yahudi asıllı olduğu biliniyordu. Üstüne üstlük, Yeltsin, ekonominin tepesine de ülkesindeki Yahudi cemaatinden isimler atıyordu. İngiltere'deki Yahudi cemaatinin yayınladığı haftalık Jewish Chronicle gazetesi, konuyla ilgili şu bilgileri veriyor:
... Moskova'nın yeni finans lideri Yegeny Kissin'in, Rus Döviz Bankası'nın başkanlığına getirilmesi, ülkenin ekonomik ve politik yeniden yapılanmasında Yahudilerin öncü bir rol oynamaya başlamasının en son örneği... Bu arada bir başka Yahudi, Lev Wemberg, ülkenin önde gelen işadamlarından biri olma pozisyonunu daha da güçlendirerek, Rus Üreticiler Birliği'ne başkan seçildi. Hem Wemberg hem de bir başka önemli Yahudi işadamı olan Konstantin Bozovay, Başkan Yeltsin'in ekonomik danışmanları olarak da görev yapıyorlar. Bunun yanısıra, Demokratik Parti lideri ve Moskova Valisi başyardımcısı olan İlya Zosylovsky de, Yahudilerin Moskova yönetiminde baskın bir role sahip olduğunun göstergesi...
Yeltsin yönetiminde, Rus Yahudilerinin çok büyük bir güce sahip olduğu zaten "ayyuka çıkmıştı". Türkiye-İsrail yakınlaşmasına alkış tutanların başında gelen ve "ilk hedefimiz İsrail" gibi dahiyane (!) formüller üreten "stratejist" Erol Mütercimler bile, Rusya'da Yahudilerin sahip olduğu önemli güce değiniyor ve "İsrail'le yakınlaşmamız, Rusya'yla da aramızı düzeltir" şeklinde mantıklar kuruyordu.
Ülkesindeki Yahudi lobisiyle bu denli yakın ilişkiler içinde olan Yeltsin'in, "Kissinger politikaları"nın hakim olduğu ABD'den sürekli olarak kayıtsız-şartsız destek bulması ise, elbette şaşılacak bir şey değildi.
Rusya'da İsrail'in çok önemli ve güçlü uzantılarının bulunduğu, en açık olarak son Jirinovski örneğinde görülebilir.
Jirinovski, kendine Hitler'i örnek aldığını söyleyen ateşli bir ırkçı ve Yahudi aleyhtarı olarak ortaya çıktı. Ama gelgelelim, Jirinovski'nin kendisi de bir Yahudiydi. Hem de oldukça "bilinçli" bir Yahudi... 1989'da Rusya'da faaliyet gösteren "Şalom" adlı Yahudi organizasyonunda "aktif" görev almıştı. Daha da ötesi, "Siyonist"ti: On yıl önce İsrail'e göç etmek için vize almak istemişti. Ülkesine göçmen olarak yalnızca Yahudileri kabul eden İsrail de bu isteğine olumlu cevap vermiş, ancak Jirinovski, nedendir bilinmez, sonradan Rusya'da kalmaya karar vermişti...
Jirinovski'nin bu anlaşılması zor çelişkisi, İsrail'in Rus Yahudileri ile ilgili politikası gözden geçirilince çözülüyordu. Çünkü İsrail, Tevrat'taki kehanetlere de uygun olarak, onyıllardır Rus Yahudilerinin "Kutsal Topraklar"a göç etmesi için uğraşıyor, ama Rus Yahudilerinin önemli bir bölümü göçe ikna olmuyordu. Jirinovski'nin fanatik ve saldırgan Yahudi aleyhtarı tavırlarının ardından, Rus Yahudilerinin ülkeyi terketmeyi hızlandırması kuşkusuz İsrail'in çok işine gelmişti. Anlaşılan İsrailliler, başka yerlerde de uyguladıkları "sahte antisemitizm yoluyla göçe ikna" yöntemini, Rusya'daki "adam"ları olan Jirinovski ile uygulamaya koymuşlardı.
Jirinovski'nin yükselişinde önemli rolü olduğu hemen herkesçe kabul edilen, KGB'nin başında bir başka Rus Yahudisinin, Primakov'un bulunması da, perde arkasındaki gerçekler hakkında fikir veren bir başka işaretti.
Kısacası, Ortodoks Cephesi'nin patronu olan Rusya, Yahudi lobisinden aldığı güçle yoluna devam etmekte, kendisine biçilen "bölgesel anti-İslam güç" misyonunu sürdürmektedir. Son olarak, İsrail Başbakanı İzak Rabin'le Yeltsin'in Moskova'da yaptıkları görüşmede ağırlıklı olarak "İslam tehlikesi"nden söz edilmesi, ve Rabin'in "Yeltsin'i radikal İslam konusunda yeterince duyarlı buldum" şeklindeki açıklaması, işbirliğinin ana temasını ortaya koymaktadır.
Batı'yı ve Ortodoks Cephesi'ni İslam'a karşı işbirliğine çağıran Kissinger-başka bir deyişle Yahudi lobisi- politikaları, kabul görmüş görünmektedir.
Anlaşılan o ki, Batı'daki bazı güç odakları, en önemli ideologlarından birinin, Samuel Huntington'ın, 21. yüzyılda gerçekleşeceğini kehanet ettiği "medeniyetler çatışması"nda, Ortodoks Cephesi'yle aynı tarafta oynamak niyetindedir. "Çatışılacak" taraf ise, Huntington'ın da vurguladığı gibi, bellidir: İslam...
Çeçenistan İşgalinin Görünmeyen Yüzü
Sovyetler Birliği'nin dağılmasına rağmen bağımsızlığını kazanamayan ve Rusya Federasyonu sınırları -yani Rus hegemonyası- içinde tutulan Çeçenya, Aralık 1994'de bağımsızlığını ilan etti. Üstüne üstlük, Çeçen lideri Dudayev, bir "İslam devleti" kurmayı hedeflediklerini açıkladı. Çeçenya'nın İnguşlar, Tatarlar ve Dağıstanlılar'ı da yanına alarak Kuzey Kafkasya'da efsanevi Şeyh Şamil direnişini tekrar edecek bir İslami kalkan oluşturmasından korkan Rusya; tank dahil 2.000 zırhlı araç, 350 savaş uçağı, 400'den fazla füze bataryası ve 50 bin asker ile Çeçen topraklarına girdi.
Ancak Kafkasya'da bir "İslami kalkan" oluşmasından çekinen tek güç Rusya değildi. Bu nedenle, o diğer güç de olayın içinde belirli bir rol oynadı.  
Çeçenya işgalinin bu görünmeyen yüzü ile ilgili önemli bir bilgiyi, Cahar Dudayev'in özel temsilcisi Safita Murat vermişti. Murat, "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" başlığıyla yayınlanan bir röportajda, Çeçenya'nın işgal edilmesi planının arkasında Moskova'daki güçlü Yahudi liderlerin yer aldığını ve Yeltsin'i bu konuda ikna edenlerin de sözkonusu Yahudiler olduğunu söylemişti. Safita Murat'ın sözünü ettiği "Yahudiler"den birisi, Yeltsin'in Kafkasya ve Ortadoğu politikalarını belirleyen Dışişleri danışmanı Vitaly Naumkin'di. Mayıs 1995'te, Ankara'da, Graham Fuller'in ve İsrailli Dışişleri görevlilerinin de katıldığı Ortadoğu, Kafkaslar ve Orta Asya konulu bir konferansta konuşan Naumkin, Rusya'nın Çeçen direnişini kırmak için her türlü yolu kullanmaktan çekinmeyeceğini söylemişti.
Olayda yer alan bir başka Yahudi de Gürcistan lideri Şevardnadze oldu: Gürcü Yahudisi Şevardnadze, Rusya'nın Çeçenya'yı işgaline destek oldu. Çeçenya'ya yardım etmek isteyen Abhazlar'ın sınırdan geçmesini kasıtlı olarak engelleyen Gürcü lideri, Rusya'nın kendi topraklarından Çeçenya'yı bombalamasına da zevkle izin vermişti.
İsrail'in Çeçenya'daki ilginç bir operasyonu da dikkat çekiciydi: Yahudi Devleti, Rus saldırılarının başlamasından iki ay kadar önce, Çeçenya'daki Yahudileri İsrail'e aktarmaya başlamıştı. Gizlilik içinde yürütülen harekat sonucunda, Rus saldırıları başladığında, İsrail'e gitmeyi reddeden az sayıdaki Çeçen Yahudisi dışında, ülkede Yahudi kalmamıştı. Bu kuşkusuz önemli bir bilgiydi: İsrail'in, Yahudileri Rus saldırısından iki ay önce tahliye etmeye başlamış olması, Rus saldırısından en az iki ay öncesinden haberdar olması anlamına geliyordu. Bu durum, Safita Murat'ın "Yeltsin'in arkasında Yahudiler var" şeklindeki açıklamasıyla yan yana geldiğinde ise ortaya daha anlamlı bir tablo çıkıyordu: Rus işgali, İsrail'in bilgi ve denetimi ile gerçekleştirilmişti.
Kısacası İsrail, ABD'yi de yönlendirerek bölgede kurmak istediği anti-İslami Rus ittifakını Çeçenistan'da etkili bir biçimde gerçeğe dönüştürmüştü. Çeçenistan işgalinin görünmeyen yüzünde, bu "İsrail bağlantısı" vardı.
Anti-İslami İttifak ve Dudayev'in Şehit Edilişi
Çeçen direnişine karşı Amerika'nın Rusya'ya sonuna kadar destek verdiği, Dudayev'in şehit edilmesinden kısa bir süre önce Clinton'ın Rusya'ya yaptığı ziyaret sırasında da ayan beyan ortaya çıkmıştı. Clinton, Yeltsin'le yaptığı ortak basın toplantısında, Çeçenistan'ın Rusya'nın bir parçası olduğunu ilan etmiş ve Amerikan İç Savaşı'nın kişi başına düşen ölümler açısından 20. Yüzyıldaki her savaştan daha fazla kayba yol açtığına dikkat çekerek, "Abraham Lincoln, hiç bir devletin bizim birliğimizden ayrılmaya hakkı olmadığını göstermek için hayatını verdi" demişti."
Çeçen direnişinin büyük lideri, "Kafkas Kartalı" Cahar Dudayev Clinton'ın bu ittifak mesajının hemen ardından, 23 Nisan günü, bir Rus füzesi tarafından şehit edildi. Ruslar, Dudayev'in yerini önceden belirlemişler ve hassas bir füze ile vurmuşlardı büyük komutanı.
Ancak bu "yüksek teknoloji" biraz kafa karıştırdı. Hantal ve demode Rus ordusunun bu denli hassas bir operasyonu başarı ile gerçekleştirmiş olması biraz şaşırtıcıydı.
Ne var ki, olayın iç yüzü bir süre sonra anlaşıldı. Anti-İslami ittifak, Çeçen liderinin katledilmesinde de işlemişti. Cahar Dudayev, Amerikan istihbarat servisinin sağladığı uydu ve elektronik destekle toprağa düşmüştü. Dudayev'in korunmasından sorumlu olan Ebu Nukayev, Dudayev'in uydu telefonunun sinyallerinin belirlenmesinde, CIA'nın Rusya Federal Güvenlik Servisi'ne (KGB) yardım ettiğini açıkladı. Nukayev, Rusya'nın Dudayev'i vurmak için daha önce de girişimlerde bulunduğunu, ancak başaramadığını, bu nedenle ABD'ye ait uyduların kullanılması için yardım istediğini bildirdi.
Bu arada ilginçtir, Dudayev'i şehit eden sözkonusu Amerikan-Rus işbirliğinin içinde de bir "Yahudi bağlantısı" vardı: Dudayev, füzenin düştüğü anda uydu telefonu ile Rus parlementer Borovoy ile görüşüyordu. Borovoy, daha önceleri Yeltsin'e de finansman sağlamış olan büyük bir Yahudi finans hanedanıydı....
Sözkonusu anti-İslami ittifak, Kafkas Kartalı'nı ortadan kaldırmayı başardı. Ancak kuşkusuz Çeçen direnişini bitirmeyi başaramayacak. Bu, Çeçenistan'da duvarlara yazılan yazılardan da anlaşılıyor: "Cahar! Halkınla gurur duyabilirsin"...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder