26 Nisan 2010 Pazartesi

İSRAİL'İN BARIŞ OYUNU


Eylül 2000
Geçtiğimiz hafta İsrail ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında, ABD Başkanı Bill Clinton'ın denetiminde yürütülen barış görüşmeleri gündemin birinci maddesini oluşturdu. Yaklaşık 15 gün süren görüşmeler boyunca zirve, net bir sonuca ulaşamadan sona erdi. Bill Clinton tarafından yapılan açıklamayla, görüşmelerin Kudüs konusunda tıkandığı belirtildi. İlk bakışta sadece bir şehrin paylaşımı gibi görülen bu sorunun ardında, Müslümanlar için bu toprakların kutsal olmasının yanı sıra, Yahudilerin de bu topraklar üzerindeki kutsal hedefleri vardı. İsrail'in son 50 yıldır Ortadoğu'da izlediği politikayı değerlendirirken de, Yahudilerin tarihin derinliklerine dayanan stratejilerinin göz önünde bulundurulması çok önemlidir. İsrail toprakları, İsrailli liderler tarafından sadece bir "yurt" olarak değil, aynı zamanda bir "Kutsal Toprak" ya da "Vaadedilmiş Toprak" olarak düşünülür. Bu durumda Kutsal Topraklar hakkında izlenen politika da, doğal olarak, kutsal kaynaklardan yani Muharref Tevrat ve Kabala'dan etkilenir. Bu nedenle günümüze dair yorum yapmadan önce, Yahudi inançlarını ve tarihini biraz daha dikkatlice incelemekte fayda vardır.
Yahudilerin Kudüs'ten İlk Çıkışı ve Mesih İnancı
Yahudilerin Kudüs'ten çıkarılışları Yahudi tarihinin dönüm noktalarından birisidir. M.S. 70 yılında, Yahudilerin isyanıyla başlayan savaş, Roma ordularının Kudüs'ü kuşatmasıyla neticelenmişti. Kuşatma neticesinde geri çekilen Yahudiler Süleyman Tapınağı'nda sıkışmışlar ve Romalılar Tapınağı yıkmakla birlikte Yahudileri de acı bir yenilgiye uğratmışlardı. Bu tarihi hezimetin ardından geriye bir tek bugün Ağlama Duvarı olarak bilinen Tapınak'ın batı tarafındaki duvar kaldı. Yahudiler de bu tarihten itibaren dünyanın dört bir yanına dağıldılar.
Bu sürgün dönemi Yahudiler tarafından "Diaspora" yani İsrail toprakları dışında yaşanan dönem oldu. Ancak Yahudiler sığındıkları her ülkede, mevcut Hıristiyan hakimiyetinden de kaynaklanan, bir öfke ve antipatiyle karşılanıyorlardı. Kuşkusuz "İsa'nın katili" olarak görülmelerinin bu antipatide büyük payı vardı.
Bu ortamda, Yahudiler arasında eskiden beri kutsal metinlerde yer alan bir konu gittikçe önem kazanmaya başladı. Bu, bir gün "Mesih'in geleceği ve Yahudilerin onun önderliğinde Filistin'e geri dönecekleri" inancıydı. Ünlü Yahudi tarihi ansiklopedisi Encylopedia Judaica'da Yahudilerin Mesih inancı şu şekilde anlatılır:
Hahamların düşüncesine göre Mesih, insanlık tarihinin en üst noktasında, İsrail'i kurtaracak ve yönetecek olan kraldır Mesih, İsrail'in düşmanlarını yenecek, Yahudi halkını tekrar topraklarına kavuşturacak, onları Yehova'ya yakınlaştıracaktır.
Bu inanca göre Mesih yeryüzüne geldiğinde diğer millet ve dinlerin Yahudilere boyun eğmesini sağlayacaktır. Bu egemenliği kabul etmek istemeyenler ise cezalandırılacaktır. Nitekim, bir diğer ünlü Yahudi ansiklopedisi olan The Universal Jewish Encylopedia'da Mesih'in bu asli görevi şu şekilde anlatılmaktadır:
Mesih geldiğinde diğer devletler ya fethedilecek, ya imha edilecek, ya da dinlerinden döndürüleceklerdir. Ama sonları ne olursa olsun, o tarihten sonra İsrail için sıkıntı kaynağı olmaktan çıkacaklardır.
Peki Mesih ne zaman gelecektir, bu gelişin koşulları nedir? İşte binlerce yıllık Yahudi tarihinin en önemli sorularından biri olan bu sorunun cevabı, İsrail Devleti'nin tarihi temelini oluşturur. Yahudi inanışına göre, Mesih'in gelmesi için gerekli şartlar şunlardır: Yahudilerin kutsal topraklara geri dönüp Yahudi devletini kurmaları, Kudüs'ün ele geçirilmesi ve Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşa edilmesi.
Asırlardır süren Yahudi mücadelesinin özünde Mesih gelmeden önce yukarıda sayılan gerekli koşulların sağlanması çabası vardır. Mesih'in gelişi ve onun getireceğine inanılan dünya hakimiyeti, Siyonist hareketin ilham kaynağı olmuştur. Yahudilerin dünyaya ve diğer milletlere hakim olmasıyla ilgili yüzlerce M. Kitab-ı Mukaddes ayetinden birisi de şöyledir:
İşte benden ve miras olarak sana milletleri, mülkün olarak yeryüzünün uçlarını da vereceğim. Onları demir çomakla kıracaksın, bir çömlekçi kabı gibi onları parçalayacaksın.
Yahudilerin 19 Asır Sonra Filistin'e Dönüşleri
Bugün Yahudiler ilk sürgünden 19 yüzyıl sonra Filistin'e dönmüşler ve Kudüs'ü de almışlardır. Yani Mesih'in gelmesi için gerekli görülen ilk üç şartın ikisi gerçekleşmiştir. Bu durum, İsrail'in dini kesiminin Mesih'in gelişinin son şartı olarak gördükleri Kudüs üzerinde neden çok hassas olduklarını da açıklamaktadır.
Bu arada, Yahudilerin Filistin'e dönüş mücadelelerinin bizim kendi tarihimizle de yakından ilgili olduğunu belirtmek gerekir. Gerçekten de Yahudilerin kutsal topraklar hayali, ancak Osmanlı'nın parçalanması ile hayata geçmeye başlamıştır. Bunu görmek için Siyonizm'in kurucusu olarak bilinen Theodor Herzl'in siyasi programını incelemek yeter.
19. yüzyıla gelindiğinde ünlü Siyonist Theodor Herzl, Mesih'in gelişinin ilk şartı olan, Filistin'de bir Yahudi devleti kurulabilmesi için kolları sıvamıştı. Bilindiği gibi bunun için defalarca Sultan Abdülhamit ile görüştü ve hatta Osmanlı'yı içinde bulunduğu ekonomik açmazdan çıkarabilmek için yüklü miktarda para teklif etti. Ancak Abdülhamit "Ben bir karış bile olsa toprak satmam. Bu vatan bana ait değil, milletime aittir. Benim milletim bu imparatorluğu savaşta kanlarını dökerek kazanmışlar, onları kanları ile verimli kılmışlardır" cevabı ile Herzl'i tersleyince, bir anlamda İmparatorluğu çökerten süreç de başlamış oldu.
İlk önce Filistin'i Siyonist liderlere vermek istemeyen Sultan Abdülhamit masonların ve Selanikli Yahudi önde gelenlerin komploları neticesinde tahttan indirildi. Abdülhamit'in tahttan indirilmesini çorap söküğü gibi pek çok olay izledi. Öncelikle Osmanlı'ya bağlı Balkan devletleri birer birer bağımsızlıklarını ilan etti, daha sonra İmparatorluğun Müslüman unsurları kışkırtıldı. Sonra da İmparatorluğun I. Dünya Savaşı'na dahil olup savaşı kaybetmesiyle Filistin toprakları tamamen İngilizlerin eline geçti. Bu tarihten itibaren İsrail Devleti'nin kurulmasına kadar son derece hızlı bir süreç yaşandı. I. Dünya Savaşı'ndan İsrail Devleti'nin kurulduğu 1948 yılına kadar uzanan zaman dilimi içerisinde Filistin topraklarına
zaman zaman Siyonist liderlerin zorlamaları da dahil olmak üzere- büyük bir göç yaşandı. Siyonist planın en somut adımı ise 1948 yılında İsrail Devleti'nin kurulmasıyla atılmış oldu.
İsrail Devleti'nin kurulması Mesih inancı açısından dev bir adımdı. Nitekim dini liderler de, İsrail Devleti'nin kurulmasının Mesih beklentisi adına büyük bir başarı olduğunu bildirmişler ve bu küçük devletin "Mesih'in gelişinin başlangıcı" olduğunu kabul etmişlerdir.
İsrail'in Kısa ve Uzun Vadeli Planları
İşte tüm bu tarihi bilgiler göz önünde bulundurulduğunda, İsrail Devleti'nin Ortadoğu'da attığı her adımda, geliştirdiği her stratejide kutsal topraklar ve Mesih inanışlarının rol oynayacağı açıktır. Gerçekten de İsrailli liderler için "Vaadedilmiş Topraklar", "üstün ırk" gibi dini kavramlar hep önem taşıdı, hiç bir İsrailli lider ırk bilincini gözardı etmedi. İsrail tarihinin ünlü isimleri Golda Meir, Moşe Dayan, İzak Rabin başta olmak üzere pek çok devlet yetkilisi zaman zaman bu inançlarına olan bağlılıklarını dile getirmekten çekinmediler.
Örneğin Altı Gün Savaşları'nın komutanı Moşe Dayan, İsrail'in uyguladığı işgal politikasına şu sözleri ile sahip çıkıyordu:
"Eğer Kitab-ı Mukaddes'e sahip çıkıyorsak, eğer kendimizi Kitab-ı Mukaddes'te yazılı halktan sayıyorsak, Kitabın yazdığı topraklara da sahip olmamız gerekir. Hakimlerin, Patriklerin, Kudüs'ün, Hebron'un, Jeriko'nun ve daha pek çok yerin topraklarına"
1970'li yıllarda İsrail Devleti'nin Başbakanlık görevini üstlenmiş olan Golda Meir ise Devleti'nin varoluş nedenini şöyle dile getiriyordu:
"Bu ülke (İsrail), Tanrı tarafından yapılmış bir vaadin yerine getirilişidir. Onun yasallığını tartışmak gülünç olur."
Görüldüğü gibi İsrail liderleri için "kutsal topraklar, seçilmiş halk, Mesih" gibi kavramlar tahmin edildiğinden büyük anlamlar taşımaktadır. Muharref Tevrat ayetleri gereği hareket eden İsrail Devleti için, Moşe Dayan'ın yukarıdaki sözlerinde de geçen, Vaadedilmiş Topraklar'ın ele geçirilmesi de son derece mühim bir hedeftir. Çünkü Yahudi inanışına göre Mesih geldiğinde tüm Vaadedilmiş Topraklar, onun kuracağı krallık altında birleşecektir. Bu daha açık bir ifade ile tüm Vaadedilmiş Topraklar'ın işgal edilmesi anlamına gelir. "Vaadedilmiş Topraklar ile kastedilen nedir?" sorusunun cevabı ise oldukça geniş bir alanı kapsamaktadır: Bu topraklar Nil ile Fırat arasında uzanmaktadır. Sina Yarımadası, Filistin, Lübnan, Suriye, Irak, Ürdün toprakları ve hatta Türkiye'nin de bir kısmını kapsayan bu toprakları ele geçirme fikri ilk bakışta pek rasyonel bulunmayabilir. Ancak Yahudi tarihi ve İsrail Devleti'nin kuruluş süreci düşünüldüğünde bunun hiç de gözardı edilecek bir plan olmadığı daha iyi anlaşılacaktır.
Nitekim 24 Ağustos 1985 tarihli Ha'aretz gazetesinde, dini çevrelerce yayınlanıp okullara dağıtılan bir bildirgeyi incelediğimizde, İsrail'in gerçek amacı da gözler önüne serilecektir:
Biz burada en uygun yayılma yönteminden söz ediyoruz Politik açıdan (kuzeyde) ulaşmamız gereken sınır Fırat ve Dicle nehirleridir. Bu Halakha'da (Yahudi kutsal kaynağı) yazılıdır. Dolayısıyla bu konuda herhangi bir anlaşmazlık olmaz. Tartışılabilecek tek konu, BUNUN NASIL HAYATA GEÇİRİLECEĞİDİR. Ancak dediğimiz gibi, İsrail topraklarının sınırları bellidir, bu konuda tartışlacak hiç bir şey yoktur, hükümler açıktır.
Barış Süreci İsrail İçin Ne İfade Ediyor?
İsrailli yöneticilerin bu vasıfları düşünüldüğünde, barışçı bir tutum içerisinde olmalarını beklemek aslında pek de gerçekçi bir yaklaşım olmayacaktır. Üstelik 1948'den beri İsrail'in işgal ettiği topraklarda kan, gözyaşı, zulüm ve acı eksik olmamıştır. İsrail Devleti, Muharref Tevrat emirlerinin de bir gereği olarak kurulduğu günden bu yana ırkçı, saldırgan ve yayılmacı bir politika izlemiştir. Binlerce masum insan öldürülmüş, binlercesi işkenceye maruz kalmış ve pek çoğu da topraklarını terk etmek zorunda bırakılmıştır.
Bu durum, bizim Soğuk Savaş döneminin ardından başlayan "Barış Süreci"ni de son derece ihtiyatla karşılamamıza neden olmaktadır. Bilindiği üzere İsrail ile Filistin arasındaki kavganın uzun bir öyküsü vardır. Ortadoğu, yüzyılın başından bu yana Yahudiler ve Araplar arasındaki çatışmalara sahne olmuş, İsrail'in kurulmasıyla birlikte bu çatışmalar büyük savaşlara dönüşmüştür. 1967'ye kadar olan süreç içerisinde Yahudi Devleti ile Arap komşuları arasında 4 büyük savaş ve daimi bir savaş hali yaşanmıştır. 1967'den sonraki dönemde ise Filistin'in kurtuluşu için çalışan örgütlerin de bu mücadele içinde ağırlığı hissedilir olmaya başlamıştır.
Filistin direnişi, 1967'de İsrail'in tüm Filistin topraklarını işgal etmesi üzerine güçlü bir şekilde ortaya çıktı.
Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) adı altında farklı grupların birleşmesiyle ortaya çıkan direniş hareketi, özellikle 1970'li yıllarda etkinliğini artırdı. 1980'li yıllara kadar FKÖ Filistin halkının mücadelesinde başrolü oynuyordu. Sol görüşlü olan ve Sovyetlerden ve sosyalist Arap devletlerinden aldığı destekle büyük ölçüde ayakta duran örgüt için 80'lerden sonra İslami hareketin yükselmesi çok şeyi değiştirdi. Özellikle Batı Şeria ve Gazze'de örgütlenen İslami gruplar 1987'de İntifada hareketinin de öncüsü oldular ve hareket bu grupların büyük katkısı ile yürütüldü. 1990'lara gelindiğinde bu hareketler FKÖ ile boy ölçüşecek kadar güçlenmişti. Kuşkusuz bu durum İsrail'in de hedef değiştirmesine, Sovyet blokunun yıkılmasıyla maddi desteğini yitirip güçsüzleşen FKÖ ile değil, yeni bir kimlik altında güçlenen İslami hareketle ilgilenmesine neden oldu.
Bu dönemden itibaren İsrail, iki ayrı hareketle birlikte mücadele etmek yerine stratejik bir değişiklik yapmaya karar verdi. Yapılacak en akılcı iş, FKÖ'yü Filistin davasının resmi temsilcisi haline getirmek ve FKÖ kozunu diğer Filistinli akımlara karşı kullanmaktı. Elbette bu durum İsrail'in onlarca yıldır devam ettirdiği savaş politikasına da ara vermesi anlamına geliyordu. İşte bu strateji doğrultusunda 1990'lı yıllar İsrail ile FKÖ'nün barış sürecini başlattıkları yıllar oldu.
"Savaş İçin Barış" Teorisi
Daha güçlü bir hamle yapmak için geri çekilmek, siyaset sanatının ince yöntemlerinden birisidir. İsrail gerektiğinde, sözkonusu bu "stratejik geri çekilme"ye başvurmasını biliyordu. Bunun bir örneği, 1979'da İsrail ile Mısır arasında imzalanan Camp David barışından üç yıl sonra yaşanmıştı. İsrail birliklerinin Camp David'i imzalamış olan Menahem Begin'in emriyle 1982 yazında Lübnan'ı işgal etmesiyle, Ortadoğu'da barış süreci masalına inananlar büyük bir şok yaşamışlardı. Sabra ve Şatilla'da gerçekleştirilen katliamlar ise İsrail'in barış sürecinden ne anladığını bir kez daha gözler önüne seriyordu.
İşte 1992'de başlatılan FKÖ ile barış süreci de bir nevi "stratejik geri adım"dı. Bu aslında postmodern bir savaş taktiğinin kamufle edilmesinden başka bir şey değildi. Üstelik, Muharref Tevrat ayetleriyle de son derece mutabık bir taktikti bu:
Bir şehre karşı cenk etmek için ona yaklaştığın zaman onu barışa çağıracaksın. Ve vaki olacak ki, eğer barış cevabı verirse ve kapılarını sana açarsa, o vakit vaki olacak ki, içinde bulunan tüm kavim angaryacı olacaklar ve sana kulluk edecekler.
Filistinlilere Batı Şeria ve Gazze'nin verilmesini içeren bu ilk barış teklifiyle İsrail Devleti, Filistin direnişini sona erdirmeyi planlamıştı ve bu plan gerçekten bir tuzaktı. Nitekim Oslo görüşmeleri sonucunda FKÖ'nün denetimine bırakılan bu bölge, Filistin topraklarının %2'sini bile bulmuyordu. Bunun ötesinde İslami hareketin önemli bir güce sahip olduğu Gazze Şeridi'nin FKÖ'nün denetimine bırakılmasıyla, bu direniş örgütleri İsrail için sorun olmaktan çıkıyordu. Bu anlaşmadan sonra bu bölgedeki direniş örgütleri ile FKÖ emniyet güçleri doğrudan muhatap olacaktı. Dolayısıyla bu pazarlık İsrail'e bir şey kaybettirmiyor, bilakis çok karlı bir ticaret oluyordu. Üstelik Oslo'yu takip eden anlaşmalarla özellikle Kudüs'ün Yahudileştirilmesi çalışmalarına da kolaylık sağlanıyordu. Zaten Oslo Anlaşması'nın hemen ardından Yahudilerin şehrin çevresinde yeni yerleşim merkezleri inşasına başlamaları da bir tesadüf değildi. Bu gelişmeler her adımı önceden düşünülmüş, ustaca kurgulanmış bir stratejinin işleyişiydi.
Bugüne kadar Ortadoğu'da yaşanan süreç, İsrail'in FKÖ ile yaptığı barış ya da Ürdün'le yaptığı barış veya Suriye ile olan yakınlaşmasının stratejik bir savaş taktiğinden başka bir şey olmadığını göstermiştir. Nitekim Camp David'de yapılan görüşmelerin neticesiz tamamlanması da bu gerçeğin bir göstergesi olmuştur. Amerikan Başkanı Bill Clinton'ın da belirttiği gibi görüşmeler Kudüs konusunda tıkanıklığa uğramıştır. Bu durum yukarıdaki bilgiler ışığında ve Kudüs'ün Mesih inancındaki yeri göz önünde bulundurularak değerlendirildiğinde aslında hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü bugüne kadar Mesih kehanetlerinin iki büyük adımı (Yahudilerin Filistin'e geri dönmesi ve Kudüs'ün alınması) gerçekleştirilmiş, ancak üçüncü adım için (Süleyman Tapınağı'nın yeniden inşası) vakit kollanmaktadır.
Ancak bu noktada İsrail Devleti çok önemli bir gerçeği gözardı etmektedir. Kudüs, Yahudiler için olduğu kadar tüm dünya Müslümanları için de kutsal bir mekandır. Müslümanların Kudüs'e bağlılığı bir toprak parçasının sahiplenilmesi veya işgalci bir zihniyetin ürünü değildir. Müslümanların Kudüs'e çok güçlü bir manevi bağlılığı vardır. Bu topraklar, Müslümanların ilk kıblesi olmakla birlikte peygamberler diyarı kutsal yerlerdir. Müslümanların nezdinde sadece Kudüs değil tüm Filistin toprakları son derece değerlidir. Bu bölge ile yapılan her türlü plan ve düzen tüm Müslümanları doğrudan ilgilendirir.
Nitekim Arafat'ın �geçmişte yaptığı hatalara rağmen- Filistin'e döndüğünde kahraman gibi karşılanmasının hatta muhaliflerinin bile desteğini almasının temelinde de Kudüs'den vazgeçmemiş olması vardır. Ehud Barak ve Bill Clinton'ın ısrarlarına ve hatta isteklerinin gerçekçi bile bulunulmamasına rağmen, Arafat'ın "Kudüs'ü verecek bir Müslüman henüz doğmamıştır" çıkışı tüm Filistin'de takdirle karşılanmıştır. Elbette başlatılan barış sürecinin olabilecek en güzel şekilde neticelenmesi herkesin ortak temennisidir. Ancak dökülen bunca gözyaşı, yaşanan bunca zulüm ve sömürünün ardından hak edilenin alınması da herkesin ortak talebi olmalıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder