26 Nisan 2010 Pazartesi

İSRAİL ve HAÇLILAR


Temmuz 2000
Tarih tekerrür etmez belki, ama tarihte birbirine çok benzeyen olaylar vardır ve bu benzerliklere dayanarak gelecek hakkında tahminler yürütmek mümkündür. İsrail'in Ortadoğu'daki varlığından söz ettiğimizde, bu olgu için bulabileceğimiz en iyi benzerlik ise Haçlılardır. Çünkü stratejik açıdan bakıldığında Haçlılar ile İsrail arasında çok az bir fark olduğu görülür.
Her iki güç de Müslüman bir coğrafya olan Ortadoğu'ya silah zoruyla ve kan dökerek dışarıdan girmiş, Ortadoğu'nun Müslümanlar için en kutsal ikinci bölgesi olan Kudüs ve civarını işgal etmiş ve burada birer devlet kurmuşlardır.
İki taraf arasındaki benzerliği daha ayrıntılı olarak görebilmek için, öncelikle Haçlıların tarihine kısaca bir göz atalım.
Haçlıların Mirası
Dünya tarihinin önemli olayları arasında yer alan Haçlı seferlerinin ilki, 1095 yılında başlamıştı. Papa II. Urban'ın 25 Kasım 1095 günü Clermont Konseyi'nde yaptığı çağrı ile, "Kutsal Toprakları Müslümanlardan kurtarmak" ve asıl olarak da Doğu'nun efsanevi zenginliğine ulaşmak üzere yüz binin üzerinde insan, Avrupa'nın dört bir yanından Filistin'e doğru yola çıktı. Uzun ve yıpratıcı bir seferden ve Müslümanlarla yaptıkları kanlı çatışmalardan sonra 1099 yılında gerçekten de Kudüs'e vardılar. Zorlu bir kuşatmanın ardından şehir düştü ve içindeki sivillerin büyük bölümü katliamdan geçirildi. Bu ilk Haçlı ordusu, Kudüs'ü kendisine başkent yaptı ve sınırları Filistin'den Antakya'ya kadar uzanan bir Latin Krallığı kurdu.
Haçlılar Filistin ve civarını ele geçirdikten sonra, bu coğrafyada hayatta kalabilmenin yollarını aramaya başladılar. İlk yapılması gereken, milyonlarca Müslümanın ortasında bir ada gibi duran Haçlı Krallığını askeri yönden güçlendirmekti. Bunun için Avrupa'dan Filistin'e sürekli olarak yığınak yapıldı. Kurulan askeri tarikatlar, Avrupa'dan çok sayıda insanı Filistin çöllerine getirdiler ve profesyonel birer asker olarak eğittiler. Öte yandan müstakbel Müslüman saldırılarına karşı dayanabilmek için güçlü kaleler inşa edildi. Avrupa ülkelerinde sürekli yardım kampanyaları düzenleyen "Haçlı lobisi" yoluyla, Filistin'de kurulan Krallığın yaşatılması için onyıllar süren bir uğraşverildi.
Ama tüm bu askeri çabalar, Ortadoğu'daki temel stratejik gerçeği değiştirmiyordu. Burası Müslüman bir coğrafyaydı ve Müslümanların ortasında bir ada gibi yaşayan, hem de uyguladığı terör nedeniyle o Müslümanların kinini kazanmış bir devletin yaşamını sürdürmesi mümkün değildi. Askeri takviyeler, profesyonel ordular, güçlü kaleler, tüm bunlar Haçlıların bir süre daha ayakta kalmalarını sağlayabilirdi belki, ama bir gün kaçınılmaz son gelecekti. Tek sorun, Müslümanların Haçlılara karşı ortak bir cephede birleşememeleriydi. Eğer bu birleşme gerçekleşirse, Haçlı Krallığı gün saymaya başlayacaktı.
Selahaddin Eyyubi'nin Zaferi
Nitekim öyle oldu. Haçlılar Kudüs'ü 80 yıldan fazla ellerinde tuttular. Ama bu sürenin sonlarında Ortadoğu'daki tüm Müslüman emirlikleri Selahaddin Eyyubi'nin "cihad" bayrağı altında birleşti. Bu birleşik İslam ordusu, 1187'deki ünlü Hıttin Savaşı'nda tüm Haçlı Ordusunu bozguna uğrattı. Hıttin'ın hemen ardından da -tam da Peygamberimizin bir gecede Mekke'den Kudüs'e götürüldüğü kutsal Mirac günü- Kudüs'e girerek 88 yıldır Haçlı işgali altında olan şehri kurtardı. Haçlılar, 88 yıl önce Kudüs'ü aldıklarında içindeki tüm Müslümanları katletmişlerdi ve bu yüzden bu sefer de Selahhaddin Eyyubi'nin aynı vahşeti kendilerine yapacağını bekliyorlardı. Oysa Selahhaddin Eyyubi Kudüs'te yaşayan Hıristiyanların hiç birinin kılına dokunmadı.
Kudüs, bu tarihten sonra 8 asır daha Müslümanların egemenliğinde yaşayacaktı.
Haçlılar, Selahaddin Eyyubi'nin zaferinden sonra Filistin'den tamamen yok olmadılar. Hıttin'den kurtulan şövalyeler önce Sur kentinde toplandılar, sonra Akra kalesini ele geçirdiler ve Haçlı Krallığı, bir daha hiç bir zaman Kudüs'ü alamasa da, bir yüzyıl daha Akra'da ve çevresinde yaşadı. Ancak bu umutsuz inat, 1291 yılında tamamen kırılacak ve tüm Haçlılar, bu kez genç Memluk emiri el-Eşraf Halil tarafından, denize döküleceklerdi. Arap tarihçi Ebu el-Fida, şöyle yazıyordu:
Bu fetihle birlikte, şimdi tüm Filistin Müslümanların oldu. Bu, bir zamanlar kimsenin beklemediği, hatta hayal bile edemediği bir sonuçtu. Şimdi tüm Suriye ve tüm kıyı bölgeleri, bir zamanlar Mısır'ı ve Şam'ı bile ele geçirmeyi düşünen Frank'lardan tamamen temizlendi. Allah'a şükürler olsun.1
1291'deki bu "denize dökülme" vakasından sonra, 20. yüzyıla dek bir daha hiç bir Batılı güç -Napoleon'un 1800'lerin başındaki başarısız seferi hariç- Ortadoğu'ya girmeye cesaret edemedi. Tam anlamıyla bir "Müslüman denizi" olan Ortadoğu, içine yabancı ve en önemlisi düşman bir unsurun girmesine izin vermemişti. Büyük bir askeri ve finansal güce dayanarak Filistin'i ele geçiren Haçlılar, içine girdikleri "bünye" tarafından reddedilmiş, dışarı atılmışlardı. Bu, Hıristiyanlar için iyi bir ders olmuştu; bir daha o homojen bünyenin içine girmeye çalışmadılar.
Ancak 1291'deki "denize dökülme"den tam 6 asır sonra bu kez bir başka dinin mensupları aynı şeyi denemeye karar verdiler. Filistin'e "dışarıdan" girip orada bir devlet kurmayı hedeflediler. Hıttin'deki bozgundan sonra geçen yüzyılların ardından, Kudüs'ü Müslümanların elinden almak için yeni bir sefer başlatmaya karar vermişlerdi.
Bu kez sefer, Yahudiler'in seferiydi.
Siyonizm'in Yeni-Haçlı Seferi
Araplar'ın çeşitli isyanlarına, saldırılarına, direnişlerine rağmen, Siyonist proje 1947 yılında gerçeğe dönüştü. İngiltere'nin Filistin'den çekilerek ülkenin geleceğini Birleşmiş Milletler'e havale etmesinin ardından, ülkenin Araplar'la Yahudiler arasında yarı yarıya paylaşımını öngören BM planı uygulamaya kondu. 19 yüzyıl aradan sonra dünya üzerinde ilk kez bir "Yahudi Devleti" kurulmuştu. Bir başka açıdan da, altı buçuk yüzyıl sonra ilk kez Ortadoğu'nun Müslüman coğrafyasında "yabancı" bir devletin bayrağı dalgalanmaya başlamıştı.

Haçlılar Kudüs'e kan dökerek girdiler. Uyguladıkları büyük vahşet, aynı zamanda kendi sonlarının da bir habercisiydi.
Hem Filistin'deki hem de komşu ülkelerdeki Araplar bu "yabancı" unsuru bünyeden atabilmek için harekete geçtiler ve 1948 yılı içinde iki taraf arasında kanlı bir savaş yaşandı. İsrailliler, "Bağımsızlık Savaşı" adını verdikleri mücadeleyi kazandılar ve Araplar'ı püskürterek BM'nin kendilerine verdiğinden daha da büyük bir toprağı ele geçirdiler. Filistin; Şeria (Ürdün) nehrinin Batı kısmı -sonradan "Batı Şeria" olarak anılır oldu- ve Akdeniz kıyısındaki Gazze kentinin etrafındaki küçük cep -sonradan "Gazze Şeridi" olarak anılır oldu- hariç, tümüyle İsrail'in egemenliği altına girdi.
Bu arada, hem "Bağımsızlık Savaşı" sırasında, hem de sonrasında İsrail tarafından ciddi bir "etnik temizlik" programı uygulandı. Bu yeni "Haçlı Seferi" de, Filistin'i Müslüman ahalisinden gasp ederken bu ahaliyi toplu katliamlardan geçiren ilk Haçlılar gibi, kurduğu yeni devletin topraklarını homojenleştiriyordu: Ocak 1948 günü Filistin'de 600 bin Yahudi ve bunun iki katı kadar Arap yaşarken, 1 Ocak 1950'de Araplar'ın sayısı 150 bine düştü.
48 Savaşı, Araplar için büyük bir yenilgi, İsrail içinse büyük bir zaferdi. Ancak her iki taraf da bu durumun geçici olduğunu ve ilerde kolayca değişebileceğini biliyordu. Çünkü Haçlılar da bundan 9 asır önce gösterişli bir zaferle Filistin'i ele geçirmiş, ama sonra bir gün çekip gitmek zorunda kalmışlardı. İsrail'in Haçlılar'ın başaramadığı bir işe soyunduğunun herkes farkındaydı. İsrailli psikolog ve siyaset bilimci Benjamin Beit-Hallahmi'ye göre, "İsrail'in problemi, Haçlıların kaderini izlemekten nasıl kurtulabileceğini bulmak"tı. Araplar ise, "bu yeni Haçlılar'a karşı kendilerini birleştirecek ve zafere ulaştıracak yeni bir Selahaddin beklemeye başlamışlar"dı.
O günden bu yana Araplar'ın beklediği gibi bir Selahaddin çıkmadı. Ama onu izlemeye çalışan başarısız taklitler gezindi ortada. Bu yüzden de İsrail'in yeni bir Hıttin yaşamaktan dolayı duyduğu endişe, ya da bir başka deyişle "Hıttin Korkusu", hep canlı kaldı.
Ve bu yüzden, 1948 sonrasında Ortadoğu, büyük ölçüde bu "Hıttin Korkusu" ve onun türevleri tarafından şekillendi.
Yeni Haçlı Krallığı ve Yeni Haçlı Terörü
İsrail Devleti, kurulduğu günden itibaren Filistin'deki varlığını sağlamlaştırmaya yönelik bir siyaset izledi. Üzerinde en çok durulan hedef, ülkedeki Yahudi nüfusunun artırılmasıydı. Bu amaçla, Diaspora Yahudilerini Filistin'e taşımak için yüzyılın başından beri yürütülen transfer işlemlerine hız verildi. Nazi toplama kamplarındaki, Avrupa'daki, Kıbrıs'taki İngiliz "bekleme kampı"ndaki ve İslam dünyasının farklı yörelerindeki Yahudi toplulukları büyük bir kampanya dahilinde Filistin'e göç ettirildiler. 5 Temmuz 1950'de Knesset (İsrail Parlamentosu) tarafından çıkarılan Geri Dönüş Kanunu ile, "dünya üzerindeki her Yahudi'nin bir oleh (göçmen) olarak İsrail'e yerleşmeye hakkı vardır" hükmü kabul edildi.
İsrail, aynı Haçlıların 9 asır önce yaptıkları gibi, Ortadoğu'daki varlığını sağlamlaştırmak için Filistin'e dışarıdan kendi halkını getiriyordu. Haçlılar, Kudüs'e gelirken yalnızca bir ordu olarak değil, aynı zamanda bir halk olarak gelmişlerdi. (I. Haçlı Seferi'nde, profesyonel askerlerin yanısıra, çok sayıda sivil insan da yollara dökülmüştü.) Kudüs'ü aldıktan sonra da Avrupa'nın dört bir yanından Filistin'e "hacılar" götürülmüş, bunların bazıları da bu kutsal topraklara yerleşmeye karar vermişlerdi.
Yahudi Devleti, Haçlıların yolunu izliyordu. Zaten Ortadoğu gibi homojen bir coğrafyaya dışardan zorla girip, sonra da orada kalabilmek için izlenebilecek tek bir yol vardı. İsrail, aynı yol üzerinde ikinci denemeyi yapıyordu.
Yahudi Devleti ile Haçlı Krallığı arasındaki önemli bir benzerlik de, uyguladıkları terör ve hatta "vahşet"ti. Haçlılar, Ortadoğu'ya öldürerek girmişler, öldürerek ilerlemişler ve Kudüs'ü de içindeki Müslümanları toplu katliamlardan geçirerek almışlardı. Antakya Kalesi'nde ve Kudüs'te sivillere karşı uyguladıkları vahşet, Batılı kaynakların da onayıyla, tarihin gördüğü en büyük kıyımlardandı.
Vahşet, Haçlıların gözünde "stratejik" bir gereklilikti aslında. I., II. ve III. Haçlı Seferleri sırasında korkunç sivil kıyımları gerçekleştiren Franklar, sayıca kendilerinden çok olan Müslümanların arasında korku ve ümitsizlik yaymak ve bu psikolojik avantajı askeri alanda kullanmak istiyorlardı. İngiliz tarihçi Karen Armstrong'a göre, Haçlı terörünün -örneğin III. Haçlı Seferi sırasında 1191'de Richard the Lionheart'ın Akra Kalesi içindeki 3 bin Müslüman'ı kadın-çocuk ayrımı yapmadan boğazlamasının- pragmatik amacı, hem asker hem de sivil Müslümanlar arasında korku ve panik yaratmaktı.
İsrail Vahşeti
Aynı strateji, yeni "Haçlı Krallığı"nın sahibi olan İsrailliler tarafından da izlendi. 1948 Savaşı sırasında ve sonrasında, İsrailliler Arap nüfusa karşı bilinçli bir terör uyguladılar. Amaç, büyük bir korku ve panik yaratarak Araplar'ı evlerini terk edip göç etmeye zorlamaktı. Kullanılan yöntemler de yeterince "korkutucu"ydu doğrusu. İsrail terörünün sıradan bir örneği, bir görgü şahidi tarafından daha sonraları şöyle anlatılacaktı:
... 80-100 kadar erkek, kadın ve çocuk öldürülmüştü. Çocukları kafalarına sopalarla vurarak öldürdüler. Her evden en az bir kişinin canına kıyıldı. Köylerde erkek ve kadınlar yiyecek ve su verilmeksizin evlere kapatıldılar. Sonra da sabotajcılar gelip evleri havaya uçurdu. Bir kumandan, bir ere emir vererek, havaya uçurmak istediği bir evin içine 2 kadın kapatmasını söyledi. Bu arada bir asker, öldürmeden önce bir Arap kadının ırzına geçtiğini anlattı. Yeni doğmuş bir çocuğu olan Arap kadınına birkaç gün süreyle etraf temizlettirildikten sonra kadın ve çocuk öldürüldü. 'Harika bir adam' diye nitelenen iyi yetiştirilmiş, iyi bir eğitim görmüş kumandanlar, aşağılık katiller haline gelmişti. Hem de gelişen korkunç olayların içinde ister istemez bu duruma düşmüş değillerdi. Aksine soykırımı ve yoketme metodlarını bilinçlice kullanıyorlardı. Onlara göre dünyada ne kadar az Arap kalırsa, o kadar iyiydi.
İsrail'in Davar gazetesinde yayınlanan üstteki satırlar, 1948'de Dueima adlı Filistin köyünün ele geçirilmesi sırasında yapılanlara tanıklık eden İsrailli bir askerin katliam hatıralarıydı.
Bu satırlarda anlatılanlar, istisnai bir terör eylemini değil, İsrail'in stratejik terörünün sıradan bir örneğini tarif ediyordu. Bir diğer "sıradan örnek", İsraillilerin devlet kurdukları yılda, 1948'de Deir Yassin köyündeki Arap halka karşı giriştikleri katliamdı. Menahem Begin'in yönettiği İsrailli teröristler, Kudüs yakınlarındaki Deir Yassin köyüne düzenledikleri baskın sırasında, hamile kadınların ve çocukların da dahil olduğu 280 kadar Arap köylüsünü sokaklarda dolaştırdıktan sonra kurşuna dizmişlerdi. Ve bir de önemli "detaylar" vardı: Öldürülen genç kızların çoğunun ırzına geçilmiş, erkeklerin cinsel organları koparılmıştı. Siyonistler bazı kurbanları öldürmek için bıçak kullanmışlardı. Raporlarda "ortadan ikiye biçilen" küçük bir kız çocuğundan da söz ediliyordu.
Bu şekilde altı ay içinde Arap köylerine düzenlenen sayısız baskınlarla 400 bine yakın Arap, yurdunu terketmek zorunda bırakıldı. Deir Yassin Katliamı bu baskınların sadece birisiydi. İsraillilerin yıllar içinde terör yoluyla boşalttıkları köy sayısı, İsrail'in "muhalif" entellektüellerinden biri olan Israel Shahak'ın tespit ettiği rakama göre, 385'ti. Bu köylerin arasında, korkutma yöntemiyle boşaltılanların yanında, Deir Yassin'le aynı kadere uğrayanlar da vardı.
Tüm bu vahşet, başta da belirttiğimiz gibi, stratejik bir amaç taşıyordu. İsrailliler, aynı Haçlılar gibi kendilerinden sayıca çok üstün bir düşmanla karşı karşıyaydılar. Bu düşmana karşı üstün gelebilmek ve kendi varlıklarını korumak için büyük bir askeri güce ve psikolojik üstünlüğe sahip olmalıydılar. Uyguladıkları abartılı vahşet, bu ikinci faktörü sağlamak içindi.
Hıttin Korkusu'nun Aşılamazlığı
İsrail'in son 50 yıllık tarihi, bizlere "Hıttin Korkusu"nun, ya da denize dökülme korkusunun İsrail için daimi bir endişe olduğunu ve asla yok olmayacağını göstermektedir. Yahudi Devleti, kurulduğu günden bu yana tehdit altındadır ve bunu ne savaşla ne de barışla aşamamaktadır. Aşamaz, çünkü "barış"ları gerçek birer barış değildir. Hıttin Korkusu'nu hafifletmek için düzenlenmiş birer "taktik geri adım"dırlar. İçine girdiği ve çok ciddi bir biçimde yaraladığı "bünye" de bunun farkındadır.
Bu bünye, hiç bir zaman İsrail'i kabul etmeyecek ve onu dışarı atmak için fırsat kollayacaktır. İsrail de bu gerçeğin çok iyi farkındadır. Amerika'nın etkisi sayesinde gerçekleşen "barış süreci" gibi yapay düzenlemelerin kendisini asla kurtaramayacağını, ancak zaman kazanmasına yarayacağını da gayet iyi bilmektedir.
İsrail şimdiye dek varlığını sürdürmüştür ve halen sürdürmektedir, çünkü arkasında ABD'nin ezici gücü vardır. Oysa tarih, İsrail'i bu avantajdan mahrum bırakabilir. 20 sene sonra, 30 sene sonra, 50 sene sonra nasıl bir dünya ve Ortadoğu tablosunun ortaya çıkacağını kestirmek mümkün değildir. ABD zayıflayabilir, yüzyılın başında İngiltere'nin başına gelen gerileme sürecini yaşayarak bir "süper güç"ten normal bir Batılı devlete dönüşebilir. Nitekim, çoğu yoruma göre, ABD, düşüşün başlangıcındadır. ABD'nin bir süper güç olmaktan çıkması ise, İsrail için tehlike çanlarının çalması demektir.
İsrail için ABD'nin gücünün zayıflamasından daha da korkunç olan bir başka ihtimal daha vardır; İsrail düşmanlarının global gücünün artması. Yahudi Devleti'nin en büyük endişesi, Müslüman ve Ortadoğu'lu bir devletin, kendisiyle boy ölçüşecek bir güce sahip olmasıdır.
Bu, "yeni bir Selahaddin" anlamına gelir ki, "yeni Haçlı Krallığı" kimliğindeki Yahudi Devleti'nin en büyük korkusudur.
İsrail'in, Ortadoğu'daki ve hatta tüm dünyadaki İslami hareketlere karşı son derece katı bir politika savunmasının, ABD'yi bu yönde yönlendirmesinin nedeni de yine budur. Yahudi Devleti, İslam'ın siyasi boyutunu, 1950'lerde Ortadoğu'yu etkileyen "anti-emperyalist" dalgaya benzetmektedir. Dahası, İslam çok daha köklü ve sağlam bir tehdittir; yalnızca Ortadoğu'yu değil, gerektiğinde tüm İslam dünyasını İsrail'e karşı birleştirebilir. İslam Konferansı Örgütü'nün, Mescid-i Aksa'nın bir kısmının Altı Gün Savaşı'ndaki işgal sonrasında radikal bir Yahudi tarafından ateşe verilmesi üzerine kurulmuş olması son derece anlamlıdır. Eğer İsrail, Likud partisindeki radikallerin ve diğer dinci grupların açıkça savunduğu şeyi yapar ve "Üçüncü Tapınak"ı inşa etmek için Mescid-i Aksa'yı yıkarsa, tüm bir İslam dünyasıyla, hatta tüm bu dünyayı kendisine karşı birleştirecek bir tepkiyle karşı karşıya kalacaktır.
Samuel Huntington'ın öngördüğü "Medeniyetler Çatışması" tezinin asıl olarak İsrail lobisinden destek görmesinin ve zaten İsrail kaynaklı olmasının anlamı da budur. Yahudi Devleti, kendisi için en büyük tehdit olarak gördüğü İslam dünyasını Batı ile çatıştırmak istemektedir. Ya da, Kudüs İbrani Üniversitesi'nden Israel Shahak'ın deyişiyle, "Anti-İslami bir Haçlı Seferi"nin liderliğini yapmaya soyunmaktadır ve "İslami düşmana karşı girişilecek olan savaşta, Batı'nın öncülüğünü yapmak hedefinde"dir.
İşte İsrail'in tüm uzun vadeli stratejisinin temeli, bu global denkleme dayanmaktadır. Yahudi Devletinin, içinde bulunduğu Müslüman coğrafyada kalması tarihin değişmez kurallarına aykırı bir durumdur. Doğal olan gelişim, "bünye"ye dışardan girmiş olan unsurun "doku uyuşmazlığı" nedeniyle reddedilmesi ve dışarı atılmasıdır. İsrail, bu tarihsel kadere meydan okumaya çalışmaktadır.
Bu nedenle, İsrail asla "Hıttin Korkusu"nu aşamaz. Hayfa Üniversitesi'nden Benjamin Beit-Hallahmi, bu yenilemez korkuya değinir ve şöyle der:
1187 yılındaki Hıttin Savaşı, bugün Ortadoğu'daki hemen hiç kimse tarafından unutulmuş değildir. Bu, Selahaddin'in Haçlı ordusunu yendiği büyük savaştır. Hıttin bugün İsrail'de, Taberiye yakınlarındadır. Ancak bu büyük savaşın yapıldığı yere, yoldan geçenlere bu tarihsel olayı hatırlatacak hiç bir işaret, hiç bir yazı konulmamıştır. Çünkü İsrailliler Hıttin'i hatırlamak istemezler, Hıttin hakkında düşünmek istemezler. Çünkü bu savaş, onlara Hıttin'in yeni bir benzerinin kendi başlarına gelebileceği ihtimalini hatırlatmaktadır.
İsrail'in Ortadoğu'ya bakışını anlamak için öncelikle işte bu "Hıttin Korkusu"nun farkında olmak gerekir. Bugün pek çok insan, İsrail'in, ünlü "barış süreci" ile Ortadoğu'da istikrarın öncülüğünü yaptığını sanıyor olabilir. Oysa "barış süreci" bir strateji değil, bir taktiktir. Yahudi Devleti'nin, müstakbel bir "Hıttin"i mümkün olduğunca geciktirmek, zaman kazanmak için kullandığı bir taktik...
Bundan iki yıl önce düzenlenen İsrail'in 50. yıldönümü kutlamalarının ardında da bu gerçeği görmek mümkündür. İsrailliler 50. yıldönümlerini coşkuyla kutlamışlardır. Çünkü 60. 70. veya 80. yıldönümlerini kutlayabilecekleri kesin değildir.
Ortadoğu'nun geleceğini belirleyecek en büyük denklem, bu Hıttin Korkusu'dur.
Oysaki Ortadoğu'daki sorunun yeni savaşlar ve acılar yaşanmadan da çözülmesi mümkündür. Bunun içinse, İsrail'in Haçlıların gittiği yolu terk etmesi, yani saldırganlığı, zulmü, baskıyı kesin olarak bırakması, tarihi suçlarından geri adım atması gerekmektedir. Umulur ki Ortadoğu'nun geleceği bu şekilde olur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder