26 Nisan 2010 Pazartesi

BALKAN STRATEJİSİ


Mart 1996
Giriş: Tarihin Aslına Dönüşü
Bundan 20 ya da 30 yıl önce Türkiye için bir "Balkan stratejisi"nden söz edilse, kuşkusuz bu pek anlamlı bir kavram olmazdı. Çünkü o zamanlar Türkiye'nin uzun vadeli bir strateji geliştirmesi için ne gerekli ortam ne de imkan vardı. Dünya iki kutup arasındaki durağan bir çekişmeden ibaret olan Soğuk Savaş ile adeta dondurulmuştu. Türkiye ise Soğuk Savaş'ta kendisine biçilen rolü oynamak durumundaydı. Zaten Soğuk Savaş'ın başında, devlet ricali, "yeni bir dünya kurulur, Türkiye de o dünyada yerini alır" düsturu ile düşünmüş ve ABD'nin bölgesel bir müttefiği haline gelmeyi en büyük stratejik hedef olarak belirlemişti. Nitekim yapabilecekleri başka bir şey de pek yoktu.
Soğuk Savaş gerek Türkiye'nin gerekse başka ülkelerin stratejik tercihlerini bu denli dondurmuştu, çünkü strateji belirlemede temel unsurlar olan tarih, kültür, demografi, ticaret, doğal kaynaklar gibi unsurlar, Soğuk Savaş'ın üzerlerine çektiği kalın bir perde ile gizlenmişlerdi. Dünyadaki devletlerin tümü ya Batı bloku içinde yer alıyor, ya Sovyetler Birliği ekseninde hareket ediyor, az bir bölümü de Bağlantısızlar bloku içinde yaşıyordu. Dolayısıyla bir ülkenin strateji belirlerken yapabileceği tek şey, "kırmızı kuvvetler" ile "mavi kuvvetler" arasındaki dengeleri hesaplamaktı. ABD'nin önemli bir müttefiki ve bir NATO üyesi olan Türkiye için de "kırmızı kuvvetler", "kızıl"lardı; yani SSCB ve müttefikleri.
Dahası, bir ülkenin ideolojik tercihi, özellikle sosyalist ülkelerde, o ülkenin tarihsel ve ulusal kimliğini gölgeliyor, dolayısıyla strateji kavramı tek boyutlu dar bir kalıba girmek zorunda kalıyordu. Ülkeler ya da halklar arasında yüzyıllardır var olan tüm kültürel, dini, etnik ve ulusal sürtüşme ya da dostluklar önemini yitirmişti. "Birinci Dünya" (Batı Bloku) ile "İkinci Dünya" (Doğu Bloku) arasındaki rekabet, yegane stratejik endişeydi.
Özellikle de Balkan Yarımadası açısından durum böyleydi. Bu dev yarımadanın siyasetini asırlar boyu belirlemiş olan tüm dini, etnik ve kültürel çekişmeler ya da dostluklar az önce sözünü ettiğimiz anlamda rafa kaldırılmıştı. Sırplar, Hırvatlar, Bulgarlar, Arnavutlar, Boşnaklar, Makedonlar, Romenler, Pomaklar, Türkler, Yunanlılar, Macarlar, Karadağlılar... Tüm bu Balkan halklarının aralarındaki tarihsel pozisyonlar ve bu halkların dış dostları ya da düşmanları silinmiş, yerine sadece sosyalizmin farklı versiyonları arasındaki çatışmalar konmuştu. Sovyet müttefiği olan Bulgaristan ile Amerikan müttefiği olan Yunanistan'ın ya da Çin müttefiği olan Arnavutluk'la özgün bir sosyalizm versiyonu ile yönetilen Yugoslavya'nın sürtüşmesi gibi siyasi meselelerdi Balkanlar'daki "stratejik" denklemin sınırlı unsurları.
Ancak 80'li yılların sonunda Soğuk Savaş aniden bitiverdi. Önce Doğu Bloku'nun sosyalist rejimleri birer birer devrildiler. Bir süre sonra da "Büyük Birader" Sovyetler Birliği tarihe karışıverdi.
Ve çok geçmeden çok önemli bir gerçek ortaya çıktı: Soğuk Savaş, az önce sözünü ettiğimiz dini, etnik, kültürel ya da ulusal kimlikleri ortadan kaldırmamış, hatta biraz olsun bile zayıflatmamıştı. Sadece bu kimliklerin üzerine yarım asırlık bir perde çekmişti. Perde yırtılınca, herşey eskisi gibi ortaya çıktı. Bir başka deyişle, herşey aslına rücu etti.
Bunun Türkiye açısından anlamı ise, yepyeni bir stratejik ufuk oldu. Soğuk Savaş'ın dar kalıplarının kırılması ile birlikte Türkiye'nin de önüne yeni bir vizyon açıldı. Bugün Türkiye, din, etnisite ve kültür gibi kavramların çok önemli hale geldiği, tarihsel ittifak ve cepheleşmelerin yeniden uyandığı bir Balkanlar'da, Osmanlı İmparatorluğu'nun doğal mirasçısı olarak büyük bir insiyatif sahibi.
Kısacası bir kez daha yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye'nin bu dünyada alacağı yer, kimliği, kültürü, tarihi ve bunlara bağlı olarak geliştireceği stratejilerle belirlenecek. İşte bu nedenle de, Türkiye'nin gerek devlet gerekse toplum olarak, bir an önce tarihin kendisine yüklediği misyonu benimsemesi ve bu misyona uygun bir milli strateji geliştirmesi gerekiyor.
İlerleyen satırlarda önce Balkanlar'daki değişime açık siyasi tabloyu inceleyecek, sonra da bu tablo içinde Türkiye'nin neler yapabileceği yönünde strateji alternatifleri üreteceğiz.
Harita ve Strateji
Balkanlar'daki duruma gelmeden önce, genel anlamda "haritaların değişebilirliği"ne değinmekte yarar var.
İnsanların büyük bölümünde, içinde bulundukları dönemde mevcut olan ülke sınırlarının hiç değişmeyeceği yönünde batıl bir inanış vardır. Haritaya baktıklarında gördükleri dünyanın, hep öyle kalacağını sanırlar. Kendi ülkelerinin ya da komşu ülkelerin sınırlarının sanki hiç değişmemek üzere belirlenmiş olduğunu düşünürler.
Oysa dünya üzerindeki ülkelerin sınırları sık sık değişir. Bu sınır değişiklikleri ise, çoğunlukla dünyayı ya da en azından bir bölgeyi köklü bir biçimde etkileyen dönüm noktaları sonucunda olur. Bu dönüm noktalarının modern çağdaki en belirginleri Napolyon Savaşları'nın ardından gelen Viyana Kongresi, ardından 1878'deki Berlin Anlaşması, sonra da I. Dünya Savaşı'ydı. Bütün bu dönüm noktalarında, özellikle de I. Dünya Savaşı'nda dünyanın coğrafyası büyük ölçüde değişti. Çok-uluslu imparatorluklar yıkıldı, yerlerine (çoğu yapay olan) ulus devletler kuruldu, özellikle de Ortadoğu ve Balkanlar'da yepyeni bir harita ortaya çıktı. İnsanların çoğu bu savaş sonucunda oluşan haritayı da istikrarlı ve kalıcı bir harita sandılar, ancak bu harita da fazla uzun ömürlü olamadı ve II. Dünya Savaşı ile bir kez daha köklü bir değişime uğradı. II. Dünya Savaşı'nın ardından da Batı ve Doğu blokları sabit kaldı, ama 1960'larda Üçüncü Dünya'da gelişen dekolonizasyon dalgası, çoğu Afrika'da yer alan onlarca yeni devletin kurulmasını sağladı. Dünyanın siyasi haritası radikal bir biçimde bir kez daha değişime uğradı.
Pek çok insan sözünü ettiğimiz tüm bu dönüm noktalarında dünyanın artık "ideal" haritaya kavuştuğunu düşündü, ama her seferinde bunun ardından yeni bir dönüm noktası ve yeni bir revizyon geldi.
Bu tarihsel gelişim bize önemli bir gerçeği gösterir: Tarihin hiç bir döneminde dünyanın ideal ve kalıcı siyasi haritasının oluştuğunu öne sürmek ve böylece statükonun değişmeyeceğine hükmetmek mümkün, ya da en azından akılcı değildir.
Kuşkusuz stratejik açıdan önemli olan tek gelişme harita değişikliği de değildir. Ülkelerin sınırları sabit kalsa da, güçleri, etkileri ve rejimleri değişebilir ki, bu da yine dünyanın siyasi çehresinin büyük bir değişime uğraması anlamına gelir.
Dolayısıyla, bugün de içinde yaşadığımız dünyanın siyasi haritasının ve güç dengelerinin "ebedi" olduğunu düşünmek ve buna dayanarak durağan ve statükocu bir strateji belirlemek, bir ülke açısından önemli bir yanlış olabilir. Özellikle de dünya siyasal sisteminin değişime uğradığı, taşların yerinden oynadığı ve "dünyanın yeniden kurulduğu" büyük kırılma dönemlerine, her türlü olasılığı hesaplayan geniş bir vizyonla bakmak gerekir.
İçinde yaşadığımız dönem ise tam da sözünü ettiğimiz türden bir kırılma dönemidir. Soğuk Savaş'ın bitmesiyle birlikte taşlar yerinden oynamıştır ve tekrar nasıl bir kompozisyonla çökecekleri belli değildir. Eğer siz bu taşların hareketlerine müdahalede bulunmazsanız nasıl olsa bir şekilde çökerler, ama ortaya çıkan kompozisyon büyük olasılıkla sizin menfaatlerinize uygun olmayacaktır. Menfaatinize uygun bir düzenlemeyi, ancak taşların hareketlerine müdahalede bulunarak elde edebilirsiniz.
İşte biz de bu nedenle şimdi Türkiye'nin batı sınırının ötesindeki kaygan zemini analiz edecek ve sonra da bu zemine nasıl müdahaleler gerçekleştirilebileceğini tartışacağız.
Önce, zemini inceleyelim:
Balkanlar'daki Mozaik
Coğrafya, kültürlerin ve kültürler arasındaki ilişkilerin gelişmesinde -ya da gelişmemesinde- her zaman için etkili bir faktör olmuştur. Balkanlar'da da öyledir. "Balkan" kelimesi "ormanlarla kaplı sıradağ" anlamına gelir; çünkü gerçekten de bu dev yarımadanın büyük bölümü dağlık ve kayalıktır, derin vadilerle parçalanmıştır ve sık bitki örtüleriyle kaplıdır. Bu nedenle bölgede ulaşım ve iletişim her zaman zor olmuştur. Ulaşım ve iletişimin zayıflığı ise, Balkanlar'da da başka yerlerde verdiği sonucu vermiştir: Birbirlerine bitişik yaşamalarına rağmen, kültürel yönden izole ve birbirlerinden uzak, hatta birbirlerine düşman halklar...
Öte yandan, aynı coğrafya gerilla savaşı için de eşi bulunmaz derecede uygun bir zemin oluşturur. Bu nedenle gerilla örgütleri Balkanlar'ın siyasi ve askeri tarihinin en önemli unsurlarından biridir. Makedon Komitacılar, Bulgar Hayduklar, Sırp Çetnikler ve her milletten ve azınlıktan çeteler, yüzyıllardır Balkan dağlarında silaha sarılırlar. Bu "imkan", bölge halklarının birbirlerine ya da birbirlerinin müttefiklerine karşı olan düşmanlıklarını şiddete dönüştürmelerine ve böyle düşmanlıkları daha da beslemelerine neden olmuştur.
Balkanlar'ın bir diğer özelliği, yüzyıllar boyu büyük göçlere, işgallere ve savaşlara sahne olmasıdır. Özellikle Osmanlı'nın bölgedeki egemenliğinin kademeli olarak sona erdiği 19. yüzyıldan bu yana, bölge defalarca işgal yaşadı. Bölgeyi işgal eden dış güçlerin hemen hepsi de, bölgedeki bazı halkları kendi müttefikleri -ya da belki maşaları- olarak gördüler, bazılarını da düşman kabul ettiler. Nazi Almanyası'nın 1941 yılında tüm bölgeyi işgal ederek kendine yakın gördüğü unsurlara kukla devletler kurdurması, bunun en önemli örneğiydi. İşgalcilerin bu politikası, Balkan halkları arasında zaten var olan geleneksel kin ve düşmanlıkları daha da körükledi ve kalıcı hale getirdi.
İşte bu etnik mozaik nedeniyle Balkanlar hep istikrarsızlığa açık bir bölge oldu. Bu nedenle defalarca harita değişiklikleri yaşadı. Yeni devletlerin kuruluşuna, bazılarının silinişine, sonra da yeniden kuruluşuna sahne oldu.
Balkanlardaki etnik mozaiğin en kötü yanı ise, sözkonusu etnik gruplar arasındaki düşmanlığın da ötesinde, bu etnik grupların bir diğeri tarafından kurulan devletlerin içinde azınlık olarak yer almalarıdır. Balkanlar'daki hiç bir devlet, etnik ve dini yönden homojen değildir ve her biri rakip olduğu etnik ya da dini gruplara bağlı azınlıklar barındırmaktadır.
Bu karmaşık durumu şöyle de izah edebiliriz: Balkanlar'daki siyasi harita ile etnik dağılım haritası arasında büyük uyumsuzluklar vardır. Bu nedenle de hiç bir devlet etnik yönden homojen değildir ve hemen hiç bir etnik grup da -Karadağlılar ve Slovenler hariç- tek bir devletin çatısı altında yaşamamaktadır.
Örneğin Arnavutluk'un siyasi sınırları ile Arnavutların yaşadıkları bölgelerin "çakışma" oranı yaklaşık % 50'dir. Arnavutların neredeyse yarıdan fazlası Arnavutluk dışında, Kosova ve Makedonya'da yaşarlar. Öte yandan Arnavutluk'un içinde de Arnavut olmayanlar vardır; ülkenin güneyindeki    -Yunanlıların deyimiyle "Kuzey Epir"deki- Yunan azınlık.
Benzer bir biçimde Sırplar ile Sırbistan arasında da büyük bir uyuşmazlık vardır. 10 milyonu aşan nüfusları ile Balkanlar'ın en büyük etnik gruplarından biri olan Sırplar, Sırbistan'ın dışında iki ülkede daha yaşarlar: Hırvatistan ve Bosna-Hersek'te. Öte yandan Sırbistan toprakları içinde yaşayan insanların % 15'inden fazlası Sırp değildir; bunlar kendilerini Sırplarla "can düşmanı" olarak gören Arnavutlar ve Sancak'taki Slav Müslümanlarıdır.
Balkanlar'daki hangi ülkeyi ele alsak, benzer bir mozaikle karşılaşırız. Bulgaristan'da Türkler, Pomaklar (Müslüman Bulgarlar) ve diğer azınlıklar nüfusun % 15'ini oluşturur. Makedonya nüfusunun % 65'i Makedonlar'dan oluşur, ülkede % 22 dolayında Arnavut, % 4 Türk ve daha başka azınlıklar yaşamaktadır. Yunanistan'ın Batı Trakya bölgesinde 120 bin kadar Türk, ayrıca kuzey bölgelerinde büyük bir Slav Makedon azınlık yaşar. Bosna-Hersek'te nüfusun % 45'i Müslüman, % 30'u Sırp, % 17'si ise Hırvat'tır.
Elbette bir ülke içinde farklı etnik ya da dini grupların yaşaması başlı başına bir sorun değildir ve bu tür mozaikler, teorik olarak, "çok etnisiteli, çok kültürlü" bir devlet düzeni ve "birarada yaşama"ya dayalı toplumsal bir formül içinde yaşatılabilirler. Ancak ne yazık ki Balkanlar'daki devletlerin ideoloji ve pratikleri bu yönde değildir. Bölgedeki devletlerin önemli bir bölümü -ki başlarında Sırbistan ve Yunanistan gelir- homojen bir etnik ve dini toplum oluşturma amacındadırlar. Bu, kimi zaman Sırbistan örneğinde olduğu gibi "etnik temizlik" çabalarına, kimi zaman da Yunanistan örneğinde olduğu gibi asimilasyon politikalarına yol açmaktadır. Bu ülkelerin sözkonusu baskıcı politikalarında ısrarcı olduklarını ise bunca tecrübeden sonra artık öğrenmiş bulunuyoruz.
Bu nedenledir ki, Balkanlar'da sık sık yaşanan, en son olarak da Kosova'da patlak veren etnik çatışmaların "ülkelerin toprak bütünlüğü içinde, ancak azınlıkların haklarına saygılı bir biçimde" çözümlenmesini temenni etmek, gerçekçi bir siyaset değildir. Türkiye bu tür bir temenninin sözcülüğünü yaparak bir "Balkan stratejisi" izlemiş olmaz. Aksine, sadece zaman yitirmiş olur. Yerinden oynamış olan taşlara müdahale etmektense, bu taşların bir şekilde çökmelerini dilemiş olur. Bu şekilde ise, başta da belirttiğimiz gibi, taşlar tekrar yerlerine oturduğunda Türkiye'nin ve tarihsel müttefiklerinin çok aleyhine bir kompozisyon çıkabilir.
Dolayısıyla Türkiye'ye düşen, Balkanlar'daki etnik ve dini mozaiği iyi analiz etmek ve bu mozaik içinde, kendi tarihsel kimliğine ve misyonuna uygun bir stratejiyi nasıl belirleyeceğini tespit etmektir.
Bunu yaparken etnik, dini ve kültürel değerlerin dünya siyasetinde her geçen gün daha fazla önem kazandığını, dünyanın giderek daha artan bir biçimde medeniyetler arasındaki ilişkilerle tanımlanacağını da hatırlamak gerekmektedir. Dahası, Balkanlar, etnisite, din ve kültür gibi kavramların en etkili olduğu bölgelerin başında gelmektedir. Bir başka deyişle, Soğuk Savaş sonrası dünyada, Türkiye Balkanlar'a bakarken kendi tarihsel ve kültürel kimliğini ön plana çıkarmalı ve bu kimliğe uygun bir strateji belirlemelidir. Aksi halde, Soğuk Savaş'ın statükoculuğunun çoktan tarihe karıştığı ve Soğuk Savaş tarafından üzeri örtülmüş olan asli kimliklerin yeniden belirleyici unsur haline geldiği Balkanlar'da çok "demode" kalabilir.
Osmanlı Kimliği
Türkiye'nin tarihsel ve kültürel kimliği denildiğinde kastedilen şey, kuşkusuz Osmanlılık'tır.
Tarih, aktüel siyasetin belirlenmesinde en büyük unsurlardan biridir. Çünkü tarih toplumların hafızasıdır ve her toplum dostlarını, düşmanlarını, saygı duyacağı ya da küçümseyeceği rakiplerini onların tarihleriyle değerlendirir. "Devlet geleneği" denen kavram da tarihle ilişkilidir. Mevcut devletlere itibar ve otorite sağlayan faktörlerin başında onların tarihleri gelir. İngiltere'yi İngiltere yapan şey onun tarihidir. Irak'ı Irak yapan şey de yine onun tarihidir -ya da tarihsizliği. Bu tarih faktörü nedeniyle İngiltere kalıcı ve güçlü bir devlettir, Irak ise geçici, yıkılmaya açık ve zayıftır.
Tarih, özellikle de eski imparatorlukların varislerinin, eski eyaletlerinde söz sahibi olmalarının önemli bir aracıdır. Bir zamanlar bir İmparatorluk olan İngiltere, yüzyılın başından bu yana kademeli biçimde azalan siyasi ve ekonomik gücüne rağmen, hala eski kolonileri üzerinde belirli bir nüfuz sahibidir. "British Commonwealth" olarak anılan uluslararası topluluğu da bu nüfuzu korumak için kurmuştur. Benzer bir nüfuz ilişkisi Fransa ile eski sömürgeleri arasında da vardır. Fransa'nın Cezayir'e ya da Suriye ve Lübnan'a olan ilgisinin meşruiyet zemini bu tarihsel bağdır. Kuşkusuz eğer İngiltere kendi tarihine küsseydi ve imparatorluk olduğu zamanları reddetseydi, bu tür bir nüfuz elde edemezdi. Aynı şekilde Fransa da geçmişine yüz çevirseydi, Ortadoğu siyasetinde bugün sahip olduğu etkiyi elde edemezdi.
Tarihin bu denli etkili bir stratejik zemin oluşu, Türkiye açısından ise büyük bir avantajdır. Çünkü Türkiye, bugün komşuları olan devletlerin çoğunu, ve daha pek çok devleti beş yüzyıl boyunca yönetmiş bir imparatorluğun varisidir. Bu nedenle Türkiye'nin tarihsel kimliği, Osmanlı kimliğidir.
Büyük Önder Atatürk de bu gerçeği görmüş ve dönemin şartlarının izin verdiği ölçüde Osmanlı mirasına sahip çıkmıştı. Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin Osmanlı borçlarını son kuruşuna kadar ödemeyi kabul etmesi ve tüm ekonomik sıkıntılara rağmen bu borçların ödemelerine sadık kalması, bunun en somut örneğiydi. Atatürk'ün bu politikasının nedeni, henüz o dönemde Osmanlı mirasının Türkiye'nin dış politikası açısından büyük bir stratejik avantaj olduğunu görmüş olmasıydı. Atatürk, öte yandan, Balkan Antantı ve Sadabad Paktı gibi oluşumlarla, eski Osmanlı coğrafyalarında Türkiye'nin nüfuzunu korumaya çalışmıştı. Balkan Antantı, bazı Balkan ülkelerini, Sadabad Paktı ise bazı Ortadoğu ülkelerini Türkiye'nin liderliği altında stratejik işbirliğine taşıma amacını güdüyordu.
Tarihsel kimliklerin ve kültürün 1920'lere ya da 30'lara göre çok daha önemli hale geldiği günümüzde ise, Türkiye'nin en önemli stratejik kozlarından birisi yine Osmanlı mirasıdır. Türkiye eğer bir bölge gücü haline gelmeyi ve Ortadoğu, Kafkasya ve Balkanlar'da bir nüfuz alanı oluşturmayı istiyorsa, bunu, bu bölgeleri, özellikle Ortadoğu ve Balkanlar'ı asırlar boyunca yönetmiş olan Osmanlı'nın mirasını kullanarak yapmasından daha rasyonel bir seçim olamaz.
Çünkü bilinmelidir ki Osmanlı mirası sadece nostaljik bir söylem değil, siyasi, demografik ve kültürel bir gerçektir. Oldukça "elle tutulur" bir gerçek...
Durum, özellikle Balkanlar'da, böyledir.
İstanbul'dan Bihaç'a Yolculuk
Osmanlı mirasının Balkanlar'da nasıl hala ayakta olduğunu görmek için, İstanbul'dan çıkıp Bosna-Hersek'in kuzeybatı ucundaki Bihaç'a bir yolculuk yapmak yeter. Çünkü yolda farkedersiniz ki, izlemekte olduğunuz rota aynı zamanda da Türkiye'nin "etki alanı"nı oluşturan "yeşil kuşak"tır.
İstanbul'dan yola çıkıp Yunanistan'a girdiğinizde, Türk azınlığın yaşadığı Batı Trakya toprakları üzerinde ilerlersiniz. Burada yaklaşık 120 bin Türk soydaşımız vardır ve Yunanistan'ın onyıllardır uyguladığı asimilasyon politikalarına rağmen ısrarla milli ve dini kimliklerini korumaktadırlar.
Batı Trakya'nın hemen yukarısında, güneydoğu Bulgaristan'da ise daha kalabalık ve geniş bir Türk azınlık yaşamaktadır. Bulgaristan nüfusunun % 9'unu oluşturan Türkler, ülkenin kuzey ve güneyinde yer alan iki geniş bölgede yaşarlar. Güneydeki daha geniş bölge, sözünü ettiğimiz "yeşil kuşak"ın ilk büyük halkasıdır. Güney Bulgaristan'da batıya doğru ilerledikçe bu kez de Pomakların yoğun olarak yaşadığı bölgelere varırsınız. Pomaklar, Osmanlı zamanında İslam'ı kabul etmiş Bulgar Müslümanlarıdır. Ancak kendilerini Bulgar soydaşlarından ziyade Türk dindaşlarına yakın görürler. Bu nedenle onlar da sözkonusu yeşil kuşağın bir parçasıdırlar. Pomaklar ve Türkler, az sayıdaki Çingene ile birlikte, Bulgaristan'ın % 13'lük Müslüman nüfusunu oluştururlar.
Batıya doğru daha da ilerleyince Makedonya'ya varırsınız. Yunanistan'la Sırbistan'ın arasında sıkışmış olan ve her ikisini de kendisi için bir tehdit olarak gören bu mini Balkan devleti, stratejik olarak Türkiye'yle aynı saftadır. Dahası, Makedonya'da çok sayıda Arnavut ve sayıları yüksek olmasa da ağırlıkları bulunan bir Türk azınlık yaşamaktadır. Bu iki Müslüman unsur, ülke nüfusunun yaklaşık % 30'unu oluşturarak yeşil kuşağı batıya doğru devam ettirirler.

Daha da batıya gittiğinizde ise, Türkiye'ye göçmüş olan milyonlarca soydaşı, Müslümanlığı ve anti-Sırp, anti-Yunan stratejik konumu nedeniyle yine Türkiye'ye yakından bağlı   -ve muhtaç- olan Arnavutluk'a ulaşırsınız. Vardığınız sahil, Adriyatik sahilidir.
Hepsi bu kadar değil. Arnavutluk'tan kuzeye çıkın, bu kez "Sırbistan içindeki Arnavutluk"a, yani Kosova'ya ulaşırsınız. Kosova nüfusunun %90'ını oluşturmalarına karşın Sırbistan yönetimi tarafından sistemli bir biçimde ezilen bu Arnavutlar, baskının doğurduğu radikalleşmenin de etkisiyle, Müslüman kimliğine ve dolayısıyla Türk eksenine psikolojik olarak son derece yakındırlar. İbrahim Rugova gibi basiretli bir liderin önderliğinde 10 yılı aşkın süredir Belgrad'ın asimilasyon ve baskı politikalarına göğüs geren "Arnavutluk Cumhuriyeti", bugün resmi olarak tanınmasa da, bağımsızlığa giden yolda ısrarla yürümektedir. Kosova'daki Arnavutların tarihsel olarak kendilerini yakın gördükleri en büyük dostları ise, Arnavutluk'tan sonra, Türkiye'dir.
Kosova'dan kuzeybatıya doğru ilerlediğinizde ise, Sırbistan ile Karadağ arasındaki sınır boyunca uzanan Sancak bölgesine gelirsiniz. 1912'ye kadar Osmanlı toprağı olarak kalmış olan bu bölgedeki Slav Müslümanları, son derece güçlü bir İslami kimliğe sahiptirler.
Sancak'ın bittiği yerde Bosna başlar. Bugün Doğu Bosna, Bosna-Hersek Federasyonu'nun Sırp tarafını oluşturan Republika Srpska'ya aittir. Ama işgal yoluyla edilmiş olan bu bölge biraz yarılsa, İzzetbegoviç'in Dayton Anlaşması'nda bırakmamak için çok direndiği "Gorazde koridoru"nu kullanarak Saraybosna'ya ve oradan da Devlet-i Ali Osmaniye'nin sınırlarının vardığı en uç noktaya, Bihaç'a varmak mümkündür.
Edirne'den Bihaç'a uzanan bu kuşak, dikkat edilirse, jeostratejik yönden oldukça anlamlı bir hat üzerinde uzanmaktadır. Bu ise tesadüfi bir durum değil, aksine hesaplanmış ve bilinçli olarak oluşturulmuş bir dizayndır: Osmanlı yönetimi, Balkanlar'ı fethettikten sonra bölgede demografik bir düzenleme yapmış ve asırlar süren bir süreç içinde bölgedeki önemli stratejik noktalara Müslüman ahali yerleştirmiştir. Bu Müslüman ahalinin bir kısmı Anadolu'dan göç ettirilerek Balkanlar'a yerleştirilen göçebe Türkmen boyları, bir kısmı ise Müslümanlığı sonradan kabul eden otokton bölge halklarıdır (Arnavutlar, Boşnaklar ya da Pomaklar gibi).
Kısacası Devlet-i Ali Osmaniye artık yoktur, ama Balkanlar'ı bir uçtan diğer bir uca kat eden bir Türko-İslami ya da "yeşil" kuşak, onun mirası olarak hala ayaktadır. Sayıları 10 milyonu bulan Balkan Müslümanları, Edirne'den Bihaç'a kadar uzanan bir hat üzerinde yaşamaktadırlar. Dahası, bu hat üzerinde bazıları 1878'den bazıları ise 1912'den bu yana direnmektedirler.
Direnç ise, bilindiği gibi, bilinç oluşturur.
Balkan Müslümanlarının "Türk'lüğü"
Balkan Müslümanlarını "Türko-İslami" gibi bir sıfatla tanımlamamızın en önde gelen dayanağı, bu sıfatın gerek sözkonusu Balkan Müslümanları, gerekse onları "düşman" olarak gören Balkan milliyetçileri tarafından benimsenmesidir.
Bugün başta Sırplar olmak üzere diğer tüm Balkan milliyetçileri, Boşnakları, Arnavutları ya da Pomakları, yani etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan Balkan Müslümanlarını "Türk" olarak tanımlamakta sakınca görmüyorlar. Bunun nedeni ise, etnik kökenleri ne olursa olsun, Balkanlar'daki tüm Müslümanların, aralarında yaşadıkları Hıristiyan uluslardan ayrı bir "millet" olarak algılanmaları. Bu "millet"in ismi ise, her ne kadar etnik bir Türklüğü ifade etmese de, "Türk Milleti"... Florida Üniversitesi'nden Balkan tarihçisi Maria Todorova, bu durumu şöyle açıklıyor:
Balkan milliyetçiliği Ortodoks Hıristiyanların birliğini parçalarken, öte yandan tekvücut ve değişmez bir Müslüman cemaati imajı üretmiştir ve bunu da "millet" kavramı bazında görmektedir. Bir başka deyişle, Balkanlardaki Hıristiyan halklar kendi aralarında milliyetçilik kıstasına göre ayrımlar geliştirirken, öte yandan Müslümanlara, sanki bu insanlar tek bir milletmiş gibi davranmışlar ve bu yönde bir söylem geliştirmişlerdir. Bu Hıristiyan uygulamasının en açık örneği, Balkanlar'daki tüm Müslümanlara, etnik kökenlerine göre bir ayrım yapmadan, "Türk" denmesidir. Bu, bölgede hala çok yaygın olan bir kullanımdır.
Öte yandan, Balkan Müslümanlarının geneli de, milliyetçi söyleme adapte olmadıkları için ve Balkanlar'daki ulus-devlet oluşumları tarafından dışlandıkları için, kendilerini ayrı bir "millet" sayan bir toplumsal bilinci bugüne kadar korumuşlardır.
Todorova'nın da belirttiği gibi, Balkan Müslümanları için dini kimlikleri her zaman için etnik kimliklerinden çok daha öncelikli olmuştur. Bulgaristan'da durum böyledir; "Bulgar Müslümanları" olarak tanımlanabilecek olan Pomaklar kendilerini Bulgarlar'dan çok Türklere yakın hissederler. Bosna'daki durum daha da belirgindir; Sırplarla ya da Hırvatlarla tamamen aynı etnik kökene sahip olan ve aynı dili konuşan Boşnaklar, bu iki halkla hiç bir zaman bütünleşmemiş, kendilerini hep Osmanlı ekseninde görmüşlerdir.
Balkan uzmanı Eran Frankel, aynı durumun Makedonya için de geçerli olduğunu vurgular. Frankel'e göre, "Makedonyalı Müslümanlar hiç bir zaman Makedonyalılık adına İslam'ı geri plana atmış ya da reddetmiş değildirler. Aksine, çoğu kez kendi Slavlıklarını reddetmişler ve Slav olmayan bir İslam kimliğini benimsemişlerdir." Yine Frankel'e göre Makedonya'daki Müslüman Arnavutlar ya da Çingeneler, kendilerine Slav kimliğini benimsemektense, "Türk" olarak tanımlanmayı tercih ederler.
İşte bu nedenle de, Türkiye'nin Balkan yarımadasındaki "uzantısı" olan halklar, yalnızca birkaç milyonluk Balkan Türkü değil, nüfusları 10 milyonu bulan Balkan Müslümanlarıdır. Çoğu etnik olarak Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan bu insanlar, kendilerini aynı dili konuştukları Sırplar'dan ya da Bulgarlar'dan çok Türklere yakın hissetmektedirler.
Çünkü bu insanlar herşeyden önce "Osmanlı"dırlar ve Türkiye de Osmanlı'nın yegane mirasçısıdır. Üstteki satırları yazan Maria Todorova, bu konuda şöyle söyler:
Türkiye'nin Balkanlar'daki etkisi oldukça komplekstir. Bu etki, öncelikle Balkanlardaki Türkçe konuşan nüfusa yöneliktir. Bu nüfusun büyük bölümü Bulgaristan'da yaşar, kalan kısmı ise çok daha az sayılarda Yunanistan, Romanya ve eski Yugoslavya'dadır. Ancak Türkiye'nin etki alanı bununla sınırlı değildir. Aynı zamanda Slav diliyle konuşan Müslümanlar da Türkiye'nin etki alanı içindedirler.
Todorova, Türk-olmayan Balkan Müslümanlarının kendilerini Türklükle özdeşleştirme eğilimlerine gösterge olarak ilginç bir noktanın daha altını çizer: 20. yüzyıl boyunca Balkanlar'dan Türkiye'ye göç eden Slav Müslümanlar (Arnavutlar dahil), Türk kimliğini benimseyerek Türk toplumu içinde asimile olmuşlardır. Bu durum, Todorova'ya göre, "Osmanlı mirasının Türk etkisine dönüşmesinin açık bir örneğidir".
Kuşkusuz bu fenomen Türkiye açısından son derece önemli bir stratejik avantajdır. Tüm Balkanlar'da, aslında etnik olarak "Türk" olmamalarına karşın, kendilerini "Türk" olarak gören ya da görmeye eğilimli büyük bir Müslüman nüfus vardır. Bu "fahri soydaşlarımız"ı bize bu denli bağlayan unsur ise, Osmanlı mirasıdır.
İşte Türkiye'nin Osmanlı kimliğine sahip çıkması gerektiğini, çünkü bunun Türkiye için büyük bir stratejik avantaj oluşturduğunu söylemekle tam da bunu kastediyoruz. "Osmanlı" kavramı, Türkiye'nin etkisini sınırlarının çok ötesine taşıyan büyük bir vizyonun adıdır. Bu, Balkanlar'da olduğu gibi Ortadoğu'da da böyledir.
İslam'ın Balkanlara Yayılışı
Üstte Balkan Müslümanlarının "Osmanlı mirası"ndan kaynaklanan bir "Türk" kimliğine sahip olduklarına değindik. Bu konjonktürel bir durum değildir. Aksine, son derece kalıcı, değişmez ve dönüşmez bir gerçektir.
Bunun tarihsel nedenlerinden biri, sözkonusu Balkan Müslümanlarının İslam'ı kabul ediş biçimleridir. Bu insanlar İslam'ı, Batı'nın tarihinde çok yaygın bir uygulama olan zoraki din değiştirme yoluyla değil, gönüllü olarak benimsemişlerdir. Din değiştirmelerin çoğu 17. yüzyılda gerçekleşmiştir ve tarihçilerin çoğunun kabul ettiği gibi "zoraki olmayan" ya da "gönüllü" değişimlerdir.
Buna örnek olarak Balkanlar'daki en büyük Slav Müslüman topluluk olan Boşnakları verebiliriz. Osmanlı'nın bölgeye egemen olmasından önce özgün bir Hıristiyan mezhebine bağlı olan Bosnalılar, Osmanlı döneminde gönüllü olarak ve kademeli bir biçimde İslam'ı benimsemişlerdir. Osmanlı yönetiminin vergi toplamak için tuttuğu "defter"lere bakıldığında, Bosnalıların İslam'ı uzun bir süreç sonucunda benimsedikleri görülür. 1468-69 yıllarında tutulan defterler, İslam'ın henüz oldukça az sayıda Bosnalı tarafından benimsendiğini göstermektedir; Orta Bosna'daki 37.125 Hıristiyan haneye karşılık, yalnızca 332 Müslüman hane vardır. 1485'te Sancak'ta tutulan bir defter ise, İslam'ın kök salmaya başladığını göstermektedir: Hıristiyan 30.552 haneye ve 2.491 dul ve bekara karşı, Müslüman 4.134 hane ve 1.064 bekar vardır. Bunu izleyen dört onyıl boyunca, İslamlaşma artarak devam etmiştir. 1520'deki defterler, Sancak ve Bosna'da toplam 98.095 Hıristiyan haneye karşı 84.675 Müslüman hanenin varlığını göstermektedir. Balkan uzmanı Noel Malcolm'un vurguladığı gibi, Bosna'ya dışardan ciddi bir Müslüman göçü yaşanmadığına göre, bu rakamlar din değiştiren Bosnalıları göstermektedir. 1509 yılında Hersek'teki bir Ortodoks rahibin tuttuğu notlar, "çok sayıda Ortodoks'un gönüllü olarak İslam'ı kabullendiğini" belirtmektedir.
17. yüzyıla gelindiğinde ise artık Müslüman nüfus Hıristiyanları aşmaya başlar. 1626 yılında Bosna'yı ziyaret eden bir gözlemci, ülkedeki Katolik sayısının 250 bin civarında gezindiğini, Müslüman nüfusun ise Hıristiyanların toplamından daha fazla olduğunu yazar. 1624'de Bosna'yı dolaşan Arnavut rahip Peter Masarechi ise, ayrıntılı bir rapor hazırlayarak ülkede 150 bin Katolik, 75 bin Ortodoks ve 450 bin Müslüman yaşadığını bildirmiştir. Nüfus kütüklerinde "İvan'ın oğlu Ferhad" ya da "Mihailo'nun oğlu Hasan" gibi isimler göze çarpar.
İslamlaşma, Osmanlı baskısı ile gerçekleşmiş değildir. Osmanlı, farklı dini cemaatlerin bir arada yaşamasını sağlayan "millet" sistemini uygulamakta ve dolayısıyla fethettiği ülkelerdeki halkları din konusunda serbest bırakmaktadır. Buna karşın, bazıları, Bosnalıların İslamlaşmasını ekonomik nedenlere bağlamışlardır. Balkan uzmanı Noel Malcolm'a göre bu da yanlıştır; çünkü "Osmanlı toplumunda zengin olmak için Müslüman olmak gerekmemektedir."
İslamlaşma, kırsal alana göre şehirlerde çok daha hızlı ve geniş kapsamlı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu nedenle, Bosna-Hersek'teki Müslümanlar, bugün de hala Hıristiyanlara, özellikle de Sırplara göre çok daha medenidirler. Sırplar, "dağlı", sert, kaba bir karakteri, Müslümanlar ise "şehirli" kültürü temsil ederler. Saraybosna, Müslümanların bu yüksek kültürünün bir ürünüdür. Şehir, 1521-1541 yıllarında Bosna valisi olarak görev yapan Gazi Hüsrevbey tarafından kurulmuştur. Hüsrevbey, Saraybosna'da hala kendi adıyla anılan görkemli bir cami ile birlikte medrese, kütüphane, hamam, iki han ve bir büyük çarşıdan oluşan bir külliye yaptırmış, oluşturduğu bu yeni şehre de Müslümanları yerleştirmiştir. 1530 yılında, şehrin nüfusu tümüyle Müslümandır. Yüzyılın sonunda şehrin 93 mahallesinden yalnızca ikisi Hıristiyan, kalanı Müslüman mahallesidir. Şehrin içinde 6 köprü, 6 hamam, üç çarşı, çok sayıda kütüphane, altı tekke, beş medrese, 90'dan fazla okul ve 100'ün üzerinde cami yer almaktadır.
Tüm bunlar Balkan Müslümanlarının hem İslam'ı gönüllü olarak benimsediklerini, hem de bu yeni inançlarına dayanan üstün bir medeniyet kurduklarını gösteriyor. Kuşkusuz bu medeniyet sonuçta Osmanlı medeniyetinin bir türevidir. Dolayısıyla da bugünkü Balkan Müslümanlarının ataları, Osmanlı medeniyetini hem gönülden kabul etmiş, hem de özümseyerek yeniden üretmiş insanlar olarak, tam anlamıyla seçkin birer "Osmanlı"dırlar.
Bu insanların torunları olan günümüz Balkan Müslümanları ise, işte bu nedenle Osmanlı kimliğini ısrarla muhafaza etmekte, yine aynı nedenle Türkiye'yle olan gönül bağlarını korumaktadırlar. Ve işte bu nedenle Türkiye'ye ve "Türklüğe" olan yakınlıkları konjonktürel değil, tarihsel ve kalıcıdır.
İşin önemli bir diğer yönü ise, Balkan Müslümanlarının "Türklüğü"nün aynı zamanda onların düşmanları tarafından da kabul görmesidir. Bu nedenle sözkonusu düşmanlar, kendileriyle aynı etnik kökenden gelen ancak kültürel olarak "Türk" olan bu insanlara karşı tarih boyunca "etnik temizlik"ler düzenlemişlerdir.
"Türkleşmiş Olanların İmhası"
Balkanlar'daki Slav Müslümanların düşmanları tarafından "Türk" olarak görülmelerinin en somut örneği, Sırplar'ın Boşnaklar'a karşı besledikleri nefrette ortaya çıkar.
Sırplar, Osmanlı'nın bölgeye hakim oluşuna dek güçlü bir Krallığa sahiptiler. Ancak 1389 yılındaki Kosova Savaşı, bu Krallığın sonunun başlangıcı oldu. 1459 yılında Sırp Krallığı tümüyle ortadan kaldırıldı ve tüm Sırp toprakları kesin olarak Osmanlı egemenliğine girdi.
Sırplar, Osmanlı karşısındaki yenilgilerini hiç bir zaman kabullenemediler. Zaman içinde Sırpların mağlubiyetini "seçilmişlik"le kutsayan farklı efsane ve inançlar gelişti. Özellikle Kosova Savaşı hakkında ilginç inançlar üretilmişti. Nesilden nesile aktarılan bir efsaneye göre, Kosova Savaşı öncesinde Sırp Kralı ile Tanrı arasında bir "ahit" gerçekleşmiş ve Kral Lazar, "yeryüzü krallığı" yerine "gökyüzü krallığı"nı tercih etmişti. Bu efsane, Kosova'daki yenilginin, kutsal bir paye olarak algılanmasını sağladı.
Johns Hopkins Üniversitesi'nin uluslararası ilişkiler uzmanı Fouad Ajami'nin ifadesiyle, "tarihin bir Sırp versiyonu" oluşturulmuştu ve bu versiyon, Sırpları "işgalciler" (Osmanlılar) ile işbirliği yapmayan ve sabırlı bir biçimde tarihsel kurtuluşunu bekleyen asil bir halk olarak tanımlıyordu. Bu "seçilmiş" halk, hep haksızlık ve zulümle karşı karşıya gelmişti. Başkentleri olan Belgrad tarih boyunca 40 kez yok edilmiş, "kutsal toprak"ları olan Kosova "inançsızların" (Osmanlıların) eline geçmişti. Sırplar her zaman Hıristiyanlığı savunmuşlar, ancak Hıristiyan komşularından bile hep ihanet görmüşlerdi.
Osmanlılar, Tanrı'nın "seçmiş" olduğu bu halkı baskı altında tutan büyük despotlar olarak tanımlanıyorlardı. Bosnalı Müslümanlar ise, Sırpların gözünde, birer haindiler. Onları "İslamlaşmış Sırplar" olarak algılıyorlardı. Bosnalıların, Sırplara verilen "seçilmişlik" payesini bırakarak, kendilerini Osmanlı'ya sattıklarını düşünüyorlardı.
Bu kompleks ve nefretler, yüzyıllar boyunca bilinçaltında kalmış, ancak dağlara çıkarak Osmanlı'ya karşı direnen "haiduk" (haydut) çetelerinin anılarıyla yaşamıştı. Osmanlı ordularının 1683'teki Viyana bozgununun ardından, Bosnalı Müslümanlara karşı duyulan nefret fırsat buldukça eyleme dönüşmeye başladı. İlk kan, 1702 yılında Karadağ'da döküldü. Başkent Çetine'deki sivil Müslüman nüfusa karşı gerçekleştirilen katliama Istraga Poturica (Türkleşmiş olanların imhası) adı verilmişti. Boşnaklar aslında "Türk" değil, sadece Müslüman olmuşlardı, ama bu ikisi Balkanlar'da aynı anlama geliyordu.
Aynı tema, 19. yüzyılda kaleme alınan ve Sırp milliyetçiliğinin temel kaynaklarından biri sayılan ünlü bir destanda da işlenecekti. Yazarı, Karadağlı bir aristokrat ve din adamı olan Petar Petrovic Njegoş'tu. Yazdığı savaş destanları, Sırp milli edebiyatının en önemli örnekleriydi. Önemli olan, bu destanların içinde fanatik bir Müslüman düşmanlığının körüklenmesiydi. Njegoş'un mısraları arasında "camileri ve minareleri parçalayın", "Türkleşmiş olanları yok edin" gibi ifadelere rastlanıyordu. Njegoş'un Gorski Vijenac (Dağların Tacı) adlı ünlü destanı ise, 1702 yılında Karadağ'ın başkenti Çetine'de yapılan Müslüman katliamının övülmesinden ibaretti. Şiirdeki kahramanlardan birisi, Vaivode Batric, yaşananları şöyle anlatıyordu: "Çetine'de Hıristiyanlığı kabul etmeyen bir tek Türk bırakmadık, öyle ki, burada olanları anlatacak hiç bir canlı şahit kalmadı. hiç bir Türk evi ayakta kalmadı." Destanın bir yerinde Njegoş, Osmanlı Sultanı IV. Murad'ı Kosova savaşının sonunda savaş alanında bıçaklayarak öldüren Miloş Oblilic'e atıfta bulunarak şöyle diyordu:
Öyleyse parçalayın tüm minareleri ve camileri...
Size sesleniyorum ey Miloş Oblilic'in nesli,
Taşıdığımız bu güçlü silahlar ve kana bulanmış inancımız ile.
İyi olan kazanacaktır, çünkü Ramazan ve Noel, asla birarada yaşayamaz.
Njegoş'un bu destanı, daha sonra Sırplar ve Karadağlılar tarafından Müslümanlara uygulanan tüm soykırım ve baskılara romantik ve etik bir temel hazırladı. Destan, Sırp okullarındaki edebiyat derslerinde okutuldu.
Sırp milliyetçiliğinin 1980'lerdeki yükselişinde de hep aynı tema kullanıldı. "Türk", "Müslüman" ya da "Osmanlı" kelimeleri aynı anlama geliyorlardı ve Boşnaklar bu kavramlarla özdeşleştirildikleri için düşman sayılıyorlardı. Sırbistan'ın radikal milliyetci lideri Slobodan Miloseviç'in Kosova Savaşı'nın 600. yıl dönümünde Kosova'nın başkenti Piriştine'nin yakınlarındaki Gazimestan adlı ovada gerçekleştirdiği ünlü mitingin de teması yine aynıydı. Miloseviç 600 yıl önce yaşanan Kosova yenilgisine atıfta bulunmuş ve "bir daha yenilmeyeceğiz" demişti. Düşman yine aynıydı; Osmanlı. Nitekim mitingin yapıldığı alanın yakınlarında bir yere önceden kan renkli koca bir anıt kondurulmuş ve üstüne de Prens Lazar'ın şu sözleri kazınmıştı:
Her kim ki Sırp ve Sırp kökenlidir
Ve Kosova Ovası'na Türklerle savaşmaya gelmez
Onun ne erkek, ne dişi, zürriyeti olmasın
Onun hasadı olmasın.
1389-1989
Tüm bunlar, Balkan Müslümanları kadar İslam aleyhtarı Balkan milliyetçilerinin de İslam ve Türk kavramlarını özdeşleştirdiklerinin işaretleridir. Bu iki kavramı birleştiren ortak zemin ise, elbette ki Osmanlı kimliğidir.
"Osmanlı Faktörünün Dönüşü"
Önceki sayfalarda incelediğimiz İstanbul'dan Bihaç'a uzanan Türko-İslami kuşak, Soğuk Savaş döneminde adeta uykuya yatmıştı. Öncelikle, bu kuşağın geçtiği ülkelerin neredeyse tümü -Yunanistan hariç hepsi- komünist rejimlerin egemenliğindeydiler. Dahası, Soğuk Savaş'ın durgun ve sabit atmosferi, Balkanlar'ı da dondurmuştu, bölgede hiçbir "manevra alanı" bırakmamıştı.
Ancak, önce de belirttiğimiz gibi Soğuk Savaş bitti ve tarih yeni bir döneme girdi. Balkanlar'da rejim, hatta harita değişiklikleri yaşandı. Türko-İslami kuşak ise bu köklü değişimin tam merkezinde yer alıyordu. Bosna'daki savaş, bu kuşağın en batıdaki temsilcisi olan Bosnalı Müslümanlar'a yönelen Sırp saldırganlığının bir sonucuydu. Bugün Balkanların "barut fıçısı" sayılan diğer bölgeler de aynı kuşağın parçası ya da akrabasıdırlar; Kosova, Sancak ve Makedonya...
Bu durum kuşkusuz Türkiye'yi çok yakından ilgilendirmektedir. Çünkü Türkiye, Osmanlı'nın devamıdır. Osmanlı'nın mirasına o sahiptir. Bu gerçek ise, Türkiye'ye hem yeni stratejik ufuklar, hem de politik ve ahlaki sorumluluklar getirmektedir.
Yunanlı siyaset bilimci Thanos Veremis, "Osmanlı faktörü"nün bu "geri dönüşünü" ve Türkiye ile olan ilişkisini şöyle yorumluyor:
Balkanlar'ı potansiyel olarak destablize edecek ve bölebilecek faktörlerin başında "Osmanlı faktörü"nün yeniden ortaya çıkışı gelir. Osmanlılar'ın bölgeden çekilmesinden bu yana, Türkiye'nin Balkanlar'daki Müslümanlara yönelik ciddi bir ilgisi olmamıştı. Ancak Doğu Avrupa'da komünizmin çöküşüyle birlikte, Türkiye'nin Balkan Müslümanları ile olan ilgisi de önem kazandı.... Bulgar, Türk, Sırp, Hırvat ve Arnavut gibi farklı etnik kökenlerden gelen milyonlarca Balkan Müslümanı, Karadeniz'den Adriyatik'e kadar uzanan bir coğrafi kuşak oluşturmaktadırlar. Türkiye'nin, bu Balkan Müslümanlarının koruyuculuğunu üstlenerek bölgedeki etkisini büyütmesi, muhtemel bir gelişmedir.
Ayrıca, Veremis'in yine aynı makalede vurguladığı gibi, bu kuşağın çok önemli bir stratejik özelliği daha vardır: Yunanistan ile onun kuzeydeki Ortodoks müttefikleri, özellikle de Sırbistan arasında bir duvar oluşturmaktadır. Türkiye eğer bu duvarı güçlendirebilirse, Sırbistan ile Yunanistan'ı -ki gerek Bosna-Hersek yönetimi, gerekse Türko-İslami kuşağın diğer üyeleri için en büyük tehlike bu iki müttefik Ortodoks güçten gelmektedir- birbirinden ayıran bir doğal engel yaratabilir.
Kısacası Yunanlı gözler, Türko-İslami kuşağın Türkiye için büyük bir stratejik avantaj, bir "etki alanı" imkanı yarattığını görebilmektedir.
Thanos Veremis, Türkiye'deki önemli bir noktayı daha görmekte ve göstermektedir: Yunanlı yazara göre, geçmiş dönemde Türkiye'nin Balkanlar'da etki oluşturamamış olmasının en büyük nedenlerinden biri, "İslam ve Türk milliyetçiliği arasında yapılmış olan zoraki ayrım"dır. Yine Veremis'e göre, "Türkiye'nin Balkanlar'da etki sahibi olmaya başlamasında , Türk milliyetçiliği ile İslami kimliğin yeniden uyum içinde birleştirilmesi" etkili olmuştur. Yazar daha da ileri giderek, Türkiye'nin Balkanlar'da ilerlemesini sağlayacak olan formülün, Ziya Gökalp'in yüzyılın başında ortaya koyduğu "Türkleşmek, İslamlaşmak, Çağdaşlaşmak" formülü olduğunu söylemektedir.
Bu durum, Türkiye'nin Balkanlar'da güçlenmesi için İslami kimliğini vurgulaması gerekliliğinin, stratejik bir gerçeklik olduğunu göstermektedir. Bölgede, yeni bir Devlet-i Ali'ye muhtaç bir "yeşil kuşak" vardır ve bu durum Türkiye için büyük bir şanstır. Eğer bu şans değerlendirilmezse, Türkiye bölgeden silinir ve "yeşil kuşak" da iyice zayıflar.
Ne Yapmalı?
Türkiye'nin sözkonusu "yeşil saplantı"nın olumsuz etkisinden kurtulduğunu ve Balkanlar'daki yeşil kuşak üzerinde etkisini artırmaya kesin olarak karar verdiğini varsayalım. Bu durumda, Balkanlar'da bir etki alanı oluşturma yolunda, "ne yapmalı" sorusu ile karşı karşıya kalırız.
Bu konuda girişilecek somut projelerden önce, genel bir yorum yapmakta yarar var. Bu genel yorum, yalnızca Balkan stratejisi ile değil, aynı zamanda Türkiye'nin tüm bir dış politika kültürü ile yakından ilgilidir.
Dünyada temelde iki tür devlet varlığından söz edilebilir. Aktif devletler ve reaktif devletler. Reaktif devletler, ki BM üyesi 180 küsur devletin çoğunluğunu bunlar oluşturur, uluslararası arenada hep edilgen konumdadırlar. Kendi iç sorunları ile boğuşurlar ve hiçbir zaman da dış dünyayı etkilemek gibi bir amaçları olmaz. Zayıf bir devlet mekanizmasına, bozuk bir ekonomiye, istikrarsız ya da durgun hükümetlere sahip olurlar. Aktif devletlerin de kuşkusuz iç sorunları vardır, ama bunlarla uğraşırken uluslararası arenada da söz sahibi olurlar. Strateji geliştirir ve güçlü devlet mekanizmaları sayesinde bunları kesintiye uğratmadan uygularlar. Diğer reaktif devletler gibi yalnızca kısa vadeli "günü kurtarmaya" yönelik dış politikalar değil, uzun vadeli, bilinçli ve hesaplı dış politikalar izlerler.
Türkiye'nin sözünü ettiğimiz türden bir Balkan stratejisine ve "etki alanı" arayışına sahip olması, kuşkusuz öncelikle, sözünü ettiğimiz aktif devletler kategorisine girmesi ya da en azından girmek istemesiyle mümkündür. Oysa bugün Türkiye ne yazık ki öteki kategoriye biraz daha yakın gözüküyor. Bunun nedeni, ülkenin içinde bulunduğu daimi ekonomik kriz hali ve ülke dış politikasına ipotek koymuş bulunan Güneydoğu sorunudur.
Siyasi istikrarsızlığın çözümlenmesi, yani güçlü ve istikrarlı hükümetlere sahip olmamız halinde, ekonomik krize ve Güneydoğu sorununa çözüm bulma zemini doğar. Güneydoğu'nun çözümlenmesi, hem Türkiye'nin bölgedeki düşük yoğunluklu savaş nedeniyle yılda harcadığı 7-8 milyar doları ekonomiye aktaracak, hem de Balkanlar'daki azınlıkların haklarını koruma iddiasıyla ortaya çıkacak bir Türkiye'ye uluslararası arenada daha bir güvenilirlik görüntüsü katacaktır.
Ekonomik sıkıntının aşılması, hem Türkiye'ye daha büyük bir itibar kazandıracak, hem de dış politikaya ayrılabilecek kaynakları artıracaktır. Çünkü bir "etki alanı" oluşturmak, öncelikle ekonomik güç gerektirir.
Tüm bunların ötesinde, bir de Türk toplumunun zihninde "büyük ülke" inancının ve arzusunun uyandırılması gerekmektedir. Bir imparatorluğun mirasçısı olan Türk toplumu, bu inancın mayasına sahiptir, ancak Osmanlılıktan uzaklaştırılmış olması, ekonomik ve siyasi istikrarsızlık içinde umutsuzlaşmış olması nedeniyle o inanç körelmiştir. Eğer toplum büyük bir ülkenin, bir bölge gücünün halkı olacağına inanırsa, bu inanış siyasi eliti de ister istemez etkiler. Siyasi elitin propaganda ve icraatları da toplumu yeniden besler. Bu çift-yönlü iletişim sayesinde, bir "etkin ülke" siyasi kültürü oluşturulabilir. Güvensizlikler aşılır. Devlet-Ali Osmaniye'nin olgun gururu yeniden uyanır.
III. Balkan Savaşı?...
Eğer Türkiye bu yapısal değişiklikleri gerçekleştirir de, Balkanlar'da bir etki alanı oluşturabilecek bir potansiyele ulaşırsa, nasıl bir strateji izlemeli ve hangi taktik projeleri başlatmalıdır?
Öncelikle bilinmelidir ki, bölgedeki muhtemel bir harita değişikliği, tek bir ülkenin inisiyatifi ile gerçekleşemez. Böyle bir değişiklik, ancak tüm bölgeyi çalkalayacak, güç dengelerini değiştirecek ve yeni bir Balkan düzeni kuracak bir sarsıntı sonunda gerçekleşebilir. Mevcut haritalar, Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı, II. Dünya Savaşı gibi büyük sarsıntıların sonucunda oluşmuştur. Yeni bir değişiklik, yeni bir sarsıntı sonucunda gerçekleşebilir.
Bu sarsıntıyı uzak, hatta imkansız görmek ise saflık olacaktır. Kosova üzerinden çıkacak bir Arnavut-Sırp savaşı; buna eklenecek bir Sırp-Makedon çatışması; üstüne gelecek bir Yunan-Arnavut ve Yunan-Makedon döğüşü; Sırbistan'ın bu çok cepheli savaşını fırsat bilecek bir Boşnak karşı-saldırısı, hatta bir "Sancak ayaklanması", tüm bunlara karşı kayıtsız kalamayacak bir Türkiye; bu müdahaleye karşılık verecek olan Yunanistan'la ciddi bir savaş; Türkiye'nin Balkanlar'a müdahalesi ile hareketlenebilecek olan Bulgar Türkleri...
Bu senaryo elbette istenmeyen ama ne yazık ki her zaman için mümkün olan bir senaryodur. Bu domino teorisinin bugün gerçeğe dönüşmesini engelleyen şey ise, büyük ölçüde, Balkanlar'da kontrol edemeyeceği ve kendi çıkarlarını da zedeleyecek olan bir patlamadan çekinen ABD'nin statükoyu koruyucu politikası, kısacası Pax Americana'dır. Oysa Pax Americana'nın zayıf bir anında ateş alacak bir kıvılcım, bombayı patlatabilir. Bu bomba ise, büyük olasılıkla, en az Balkan, I. Dünya ve II. Dünya savaşları kadar destablize edici bir rol oynayacak, kısacası haritanın yeniden çizilmesine zemin hazırlayacaktır.
Bu nedenle, Türkiye için şu statik dönemde izlenmesi gereken strateji, "yeşil kuşak" üzerindeki etkisini güçlendirmesi ve bu kuşak ile kendisi arasındaki bağı, muhtemel bir çatışma ortamında etki gösterecek kadar sağlam ve gerçekçi hale getirmesidir.
Stratejik Otoyol?...
Peki bu nasıl yapılmalıdır? Edirne'den Adriyatik'e, hatta Bihaç'a kadar uzanan bu kuşak nasıl canlandırılmalı ve Türkiye için bir etki alanına dönüştürülmelidir?
Bu konuda büyük taktik değeri olan bir proje, Özal döneminde gündeme gelmişti. Proje, İstanbul'dan çıkıp Bulgaristan'dan devam edecek, oradan Makedonya'ya ve Arnavutluk üzerinden Adriyatik'e varacak bir otoyol projesiydi. Böylece ticari bir bağla birbirine bağlanacak bu ülkeler arasında ciddi bir politik yakınlık da kurulabilecekti.
Bu proje, son yıllarda Türkiye'nin içine düştüğü istikrarsızlık nedeniyle unutuldu. Ancak hala mümkündür ve bölge ülkeleri de böyle bir girişim için istekli olmaya devam etmektedirler. Ekonomik yönden büyük bir geri kalmışlık içinde kıvranan Arnavutluk açısından, kendisine büyük bir ticari canlılık getirecek olan bu otoyol, tam anlamıyla bir "can damarı" olacaktır. Yunanistan ve Sırbistan arasında sıkışmış ve Arnavutluk'un altyapı yetersizliği nedeniyle Adriyatik'e çıkış yapmakta zorlanan Makedonya açısından da böyle bir otoyol can simidi işlevini görecektir.
Tek muhtemel pürüz Bulgaristan olabilir. Gerçekte bu proje Bulgaristan için de ekonomik yönden avantajlı olacaktır, ancak Bulgar yönetiminin stratejik kaygıları olumsuz rol oynayabilir. Aslında, projenin gündemde olduğu birkaç yıl öncesinde Bulgaristan, Yunan ve Sırp komşularıyla olan tarihsel rekabetinin de etkisiyle, Türkiye'ye yakın bir politika izliyordu, fakat son bir yıl içinde Yunan-Sırp eksenine doğru ılımlı bir geçiş gösterdi. Yine de Türkiye'nin Bulgaristan'ı, bu ülkenin Sırp-Yunan ikilisi ile olan yok edilemez anlaşmazlıkları sayesinde, kendi yanına çekmesi mümkündür. Daha da önemlisi, zorunludur. Çünkü Bulgaristan'ın vizesi olmadan Türko-İslami kuşağa ulaşmak imkansızdır.
Bu otoyol projesinin yanında, bölgedeki "yeşil kuşak" üyesi ya da müttefiki ülkelerle, politik ve askeri ittifaklar kurulması gerekmektedir. Türkiye tarafından bölgeye; Türkçe, Arnavutça ve Sırbo-Hırvatça dillerinde yapılacak doyurucu televizyon yayınları da, yeşil kuşakta yaşayan halkın, "anavatan" ile olan bağlarını güçlendirmede büyük yarar sağlayabilir.
Bosna'da Ne Yapmalı?
Yeşil kuşakla yapılacak olan ittifakın ilk örneği Bosna olmalıdır. Balkanlar'daki bu kuşağın bu en sivrilmiş temsilcisi, Türkiye'nin desteğine hem en acil olarak ihtiyaç duymaktadır, hem de Türkiye'nin bu ülkeyle yapacağı işbirliğinin sembolik değeri çok büyük olacaktır.
Bosna, Dayton anlaşması ile bir barışa değil, gerçekte ateşkese kavuşmuştur. Uluslararası topluluğun zayıf bir anında yeni bir Sırp-Müslüman çatışmasının başlaması ise her zaman ihtimal dahilindedir. Öte yandan, Hırvatlar'la yapılmış olan ittifak da sağlam temeller üzerinde durmamaktadır. Hırvatlar, yalnızca kağıt üzerinde geçerli olan federasyonu bozup, sonra da yeniden, 1993 yazında olduğu gibi, Sırplarla "Bosna'yı paylaşma" temelinde bir işbirliği yapabilirler.
Türkiye, bu açık tehlikelere karşı, şimdiye kadar denediklerinden çok daha etkili ve gerçekçi yöntemler kullanarak Bosna'nın yanında yer alabilir. İlk yapılması gereken iş, Hırvatistan ile diplomatik temasları artırarak, siyasi, ekonomik, hatta askeri ilişkiler kurmak ve var olanları güçlendirmektir. Türkiye, Almanya ile Sırp saldırganlığına karşı stratejik bir ortak payda geliştirerek, Alman-Hırvat eksenini Bosna'nın yanında tutmak için sistemli bir politika izlemelidir.
Bunun yanında, Dayton'ın bir "ateşkes" olduğu göz önünde bulundurularak, Bosna-Hersek ordusunun eğitimi ve silahlandırılması için Türkiye'nin aktif bir çabası mutlaka zorunludur. Türkiye, krizin başından bu yana izlediği "diplomatik yolla destek" yolunun yanına, bundan çok daha önemli olan askeri desteği de eklemelidir.
Bosna'daki İzzetbegoviç yönetimine karşı zaman zaman alevlendirilen uluslararası propagandaya karşı "Bilge Kral"a destek vermek de Türkiye'nin üstlenmesi gereken misyonların başında gelmektedir. Halkının en büyük lideri ve adeta sembolü olan İzzetbegoviç'in arkasında yer almak, Türko-İslami bir siyasetin başta gelen gereklerindendir.
Bosna'ya bu şekilde verilecek bir Türk desteği, Türkiye'nin Türko-İslami eksen üzerindeki popülaritesini ve itibarını tahmin edilemeyecek derecede artıracaktır. Kendilerini Bosna ile özdeş gören Kosova Arnavutları, Sancak Müslümanları, Arnavutluk ve hatta Makedonya, "Türkiye şemsiyesi" altına girmek için istekli davranacaklardır. Bu iki ülkeyle zaten mevcut ancak yetersiz olan ikili anlaşmalar, çok daha kapsamlı bir zemin, özellikle de askeri zemin üzerinde genişletilebilecektir.
İşte bu sayede, tarihi ve kültürel yönden mevcut, ancak siyaseten kayıp olan Türko-İslami eksen, fiili bir biçimde, askeri ve politik anlamda ortaya çıkabilir.
Kosova'da ne Yapmalı?
Balkanlar'daki Türko-İslami kuşağın şu an en sıcak bölgesi Kosovadır. Sırp yayılmacılığı 1980'lerin sonlarında dişlerini ilk kez Kosova'da göstermişti. Aradan 10 yıl geçtikten ve Hırvatistan ve Bosna dosyaları -en azından şimdilik- rafa kaldırıldıktan sonra, Belgrad'ın terörü bu kez yine Kosova'yı hedef aldı. Bu satırların yazıldığı sıralarda Kosova köyleri Sırp birlikleri tarafından avlanıyor.
Peki bu durum karşısında "Osmanlı vizyonu"na sahip bir Türkiye'nin politikası ne olmalıdır?
Bu soruya cevap vermeden önce, bölgedeki durumu gerçekçi bir gözle tahlil etmek gerekir. Çok önemli bir nokta, Sırbistan ile Karadağ'dan müteşekkil olan Yugoslavya'nın hala hiç de "normal" bir devlet olmayışıdır. Sırbistan, hala Bosna'daki etnik temizliğe öncülük eden kadro ve bu kadronun başındaki savaş suçlusu Slobodan Miloseviç tarafından yönetiliyor. Bu koyu milliyetçi ve yayılmacı kadronun Bosna'daki savaşın bitiminden sonra birer barış ve istikrar unsuru haline geldiklerini düşünmek ise çok yanlış olur. Sırbistan'ın yayılmacı ve baskıcı politikaları uluslararası sistemin verdiği izin ya da açtığı boşluk ölçüsünde devam edecektir. Dolayısıyla Sırbistan asla güvenilir ve muhatap alınır bir ortak olarak görülmemelidir. Bu, ancak Sırbistan'da ciddi bir iktidar değişikliği halinde mümkün olabilir.
Bu noktadan yola çıkarak Kosova sorununa baktığımızda ise Türkiye'nin ne yapması gerektiği açıkça görülüyor: Kosova'nın bağımsızlık talebine destek ve Belgrad rejimine tavır...
Türkiye aksi bir politika izleyerek yalnızca Kosovalıları ve diğer Balkan Müslümanlarını küstürmüş olmaz, aynı zamanda kendi etki alanını da baltalamış olur. Osmanlı'nın mirasçısı olan bir Türkiye'ye yakışan politika, tüm eski eyaletlerinin haklarını savunmak ve onların hamiliğini üstlenmektir.
Sonuç
Türkiye'ye Osmanlı'dan miras kalan büyük bir Balkan insiyatifi vardır. Bu bölgede var olan Türko-İslami kuşak, Türkiye'nin önüne hem tarihsel ve moralpolitik bir sorumluluk, hem de büyük bir stratejik fırsat sağlamaktadır. Bu kuşağı korumak, harekete geçirmek, Türkiye için ciddi bir etki alanı oluşturabilir.
Bunu basit bir yayılmacılık olarak algılamak ise büyük bir yanılgı olacaktır. Çünkü sözü edilen coğrafya üzerinde tarihsel, kültürel ve stratejik yönden Türkiye'ye bağlı ve yakın olan halklar yaşamaktadır. Bu toplumlarla, hem de 1912'ye kadar "bizim" olan topraklar üzerinde güçlü bir işbirliği kurmak, doğal bir hak ve sorumluluktur .
Bu arada Türkiye, Balkanlar'da bu şekilde bir etki alanı oluşturmakla, diğer dış politika yönlerinde, Orta Asya, Kafkaslar ve Ortadoğu'da da büyük bir stratejik avantaj ve siyasi güç elde edecektir. Bir yönde elde edilen etki alanı, diğer yönleri de etkileyecektir. Ne de olsa, diğer dış politika yönlerimiz de Devlet-i Ali Osmaniye'nin mirası ile yakından ilgilidirler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder